Cızırtılar geliyor. Kulaklarımı daha da açıyorum. Uzaklardan bir yerden birkaç nota duyuluyor, tam da ihtiyacım olan. “Cızırtısını sevdiğim…”
Çocukken radyo tiyatrolarını dinlerdim; evde sanki yanımda konuşuyorlarmış gibi net duyulurdu, arabadayken sürekli gidip gelirdi. Bir cızırtı kazanır bir tiyatrocunun gür sesi. Ne dünyalara giderdim, nereleri gezip dönerdim.
Hala daha radyoyu açtığımda dünyaya bağlandığımı hissediyorum. Şimdi Internet var ama aynı his değil. Herkes farklı sayfalarda dolaşıp duruyor, sonra bir anda yolun kesişirse kesişiyorsun. Radyo öyle değil. Bir şeyi dinlemek için yüzlerce, binlerce, on binlerce insan bir yerde buluşuyor, televizyonun ve Internet’in tersine görüntünün var olmadığı bir dünyada, aynı görüntüleri hayallerinde canlandırabiliyorlar.
Arabada tek başınayım. Birden kontrolüm dışında, çok sevdiğim, içime dokunan bir şarkı radyoda duyuluveriyor. Sanki bana özel çalınıyormuş gibi seviniyorum. Bağıra bağıra şarkımı söylemeye başlıyorum. Kısıtlı hareketlerle elimi kolumu sallayıp dans ediyorum. Otoyola bağlanıyorum, bir tünele giriyorum. Birden cızırtılar hakim geliyor. Şarkımı duyamadığımdan içim içimi yiyor. “Bitsin şu tünel…” sabırsızlığına kapılıyorum, sonra derin bir nefes alıp sabrediyorum. Şarkım tünelden çıkınca yine duyuluyor, o anda sabretmeyi bile sevdiğini fark ediyorum. Sanki şarkımı duymak, o günkü ödülüm. Gülümsüyorum. Sevdiğim her şey gibi, onu da cızırtılarıyla kabul ediyorum. “Cızırtısını sevdiğim…”
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: 12 İLE YÜZ YÜZE