Geçen gün gözlerimi kapayıp etrafımdaki sesleri dinledim. Arkamdaki ağaçtan bir kuş çığlığı, komşunun köpekleri, yan tarlada çalışan traktörün hırıltısı… Çocukken de bunu yapardım. Şehir çocuğuydum, henüz okula başlamamıştım, en sevdiğim şeylerden biri açık cama yakın koltuklardan birine uzanıp dışarıdan gelen sesleri dinlemekti. Kıpırtısız yatar, gözlerimi kapar, en küçük sesleri, en küçük vızıltıları, en küçük tıkırtıları duymaya çalışırdım.
Her sesin bir saati, bir zamanı vardı. İlk önce başlayan hep bir çekiç sesi olurdu. Neden bilemiyorum ama sokakta çekiç sesi olmazsa gün başlamış sayılmazdı sanki. Metale vuran metal çınlar, sokağa dolardı. Ardından arka balkonlardan gelen komşu kadınların sesleri yükselirdi. Sanki bir önceki sabah görüşmemişler gibi hal hatır sorarlar, evdekileri okula, işe yolladıklarından bahsederler, o gün temizlikle uğraşacaklarını ya da akşama bilmem ne yemeği yapacaklarını birbirlerine anlatırlardı. O yılların en göz alıcı konularından biri de “Cesur ve Güzel” ile “Yalan Rüzgarı”ndaki baş karakterlerin hayatlarında yaşananlardı. “Bak yine Bruk yaptı yapacaanı, ne hin o, ne hin! Tabi ben biliyodum bööle olucaanı, Ric’de salak yani, her seferinde kanıyo bu kadına!”
Arada uzaktan ilkokulun zili duyulurdu. Okula gideceğim günleri düşünürdüm, biraz korkardım, biraz sevinirdim. Öğlene doğru satıcılar geçmeye başlarlardı. Bağırdıkları kelimelerden hiçbir şey anlaşılmaz, sesleri sokakta uzayıp daha da anlamsızlaşırdı. Yine de mahalledeki herkes kimin ne sattığını bilir, ev hanımları ellerinde bozuk paralarla camlara koşturup, “Simitçiii, bana ordan iki tane…” ya da “Şşşşt, şu 3 liralık leğenlerden getirsene, mavi olsun mavi!” diyerek Internet çağından önce ayaklarına gelen mağaza ve dükkanlardan alışveriş yaparlardı.
Akşamüstü, çocuk sesleri yükselirdi. Günlerimi, arabaların az da olsa geçtiği bir sokakta geçirdiğimden, dışarıda oynamama izin yoktu, küçüktüm, sokakta oynamak daha büyük çocukların işiydi ama onların oyunlarına kafamda dahil olur, harika goller atar, lastikte ünlü cimlastikçiler gibi denge hareketleri yaparak hayalimde oyunu kazanırdım.
Yıllar ilerleyince, “hafta içi sesleri”ni duymaz oldum. Okul vardı, bir tek “hafta sonu sesleri” ile “yaz sesleri”ni dinleyebilir olmuştum. Aynı değillerdi. Hafta sonu sesleri kalabalıktı, karışıktı. Yazınsa herkes başka bir yerlerde olur, sesler değişir, başkalaşırlardı. Yine de yaz seslerini de severdim; yazlık evin camında ötüp duran kumrunun sesi, havuzdan gelen su sesi, denizin hışırtısı… Yine gözlerim kapalı, yine kafam dünyaya açık.
Sonra büyüdüm, bu sesleri dinlemez oldum. Hepsini duyuyordum ama geriye itilmişlerdi, hayatın fonlarındalardı. Kafada başka dertler vardı; hep koşturma, hep çalışma, hep ses üretme telaşı, hep sesini duyurma çabası…
Geçen gün gözlerim kapalı düşünürken aklıma geldi. Çocuklarla aramızdaki fark bu sanki. Onlar başkalarını dinlemeye, öğrenmeye, öğrendiklerini içlerine sindirmeye daha açıklar, oysa biz öyle değiliz, çocuk bakış açısından uzağız. Sonra da bütün hayatımızı insanlarla, doğayla, kendimizle bağlantı kurmaya çalışmakla geçiriyoruz. O kadar bu bağlantıya ihtiyacımız var ki, bunun için çeşitli kamplara gidiyoruz, kişisel gelişim kitapları okuyoruz, terapiyle derdimizi çözmeye çalışıyoruz, çeşitli egzersizler yapıyoruz. Belki problem budur; büyüdüğümüzde etrafla bağlantımızı koparan şey etrafı gerçekten dinlememektir, duyuları kapatmaktır, duyduğumuz seslerle hayal kuramamaktır. Belki de tatile özlem içinde yaşamamız, kendimizi ve etrafı dinleyiş halini sadece tatillerde yakalayabilmemizden gelmektedir. Belki sorunlar, bütün yıl çok konuşmaktan ama az dinleyip az üretmekten gelmektedir.
Yine gözlerim kapalı. Yaprakların hışırdayışı, yan komşusunun oğlunu çağırışı, gökyüzünde başka noktalara uçan hayatların uçak motorundan yükselen sesi.
Sesleri dinliyorum, gözlerim kapalı… Belki de çocuklaşmalı.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: SANAL DÜNYANIN SANAL YAKINMALARI