SESSİZ TİYATRO

“Mekan: Şık bir restoran.

Zaman: Akşam yemeği.

Sahne: 6 gençten oluşan bir masa.

Kostüm: Hepsi şık giyinmişler, hatta kızların kıyafetleri biraz abartılı, düğüne gitsen gidilir seviyede.

Durum: Aralarında tek kelime etmiyorlar, birbirlerine bakmıyorlar, kafaları telefonlarına gömülü.”

Bu, benim yazdığım tiyatro oyunundan bir sahne değil; her gün etrafta gördüğümüz bir durum ve benim için en az bir tiyatro oyunu kadar ilginç. Aslında, “En az bir komedi kadar eğlenceli” diyebilmek isterdim ya, diyemem. Daha çok hüzünlü bir durum bu; olsa olsa insanın içini acıtan ve bittiğinde insanı düşüncelere boğan oyunlardan biri olur.

Belki eski kafalıyımdır. Belki bu bakış açısına sahip olmam hala dile gelen kelimelere bağlı yaşamamdandır, sevdiklerimle beraberken çenemin düşük olmasındandır, sohbete ve insanlar arasındaki sözlü paylaşıma ihtiyaç duymamdan gelmektedir. Neden böyle düşündüğümü bilemesem de yukarıdaki sahnenin benim sosyalleşmek anlayışıma uymadığını söyleyebilirim.

Ben hala biriyle beraberken, sohbet ederken, yemek yerken telefonuma bakmam gerektiğinde karşımdakine “kusura bakma” ya da “affedersin, şu konuşmayı yapmam lazım” diye izin isteyenlerdenim. Belki bunu o anki durumun doğasına ters geldiğini düşündüğümden  yapıyorumdur. Madem amaç bir yerde oturup karşındakiyle sohbet ederek bir şeyler paylaşmak, madem amaç o gün 1-2 saatini karşındakine ayırmak, öyleyse karşımdakiyle o anda arama giren önemsiz şeyler bana ters geliyorlar.

Bu, aslında görünmez bir duvar belki. Boyu eni küçücük olsa da, üstünde renkli ışıklar yanıp sempatik görünmeye çalışsa da, içindeki uygulamalarla bize birçok imkan sunsa da insanların arasına giren, sohbetleri bölen, arkadaşlıkları sözsüz bırakan bir adet telefondan oluşan bir duvar. Tabii acil durumlarda ve haberleşme ihtiyacı doğan zamanlarda her an telefon edebilme ve Internet’e bakabilme lüksüne sahip olmaya ya da teknolojik gelişmelerle hayatımızın değişmesine karşı değilim. Öyle olsa hala mum ışığında, soğuk bir odada, yazılarımı divit ve mürekkep kullanarak, papirüse yazıyor olurdum. Ben de telefon kullanıyorum, bilgisayarım olmazsa olmazım, 140 karakterle derdimi anlatmak yetmeyeceğinden henüz twitter’a yaklaşmamış olsam da facebook’ta dolanıyorum, romanlarım ya da hikayelerim için gereken araştırmanın çoğunu Internet’te yapıyorum, teknolojiyi ve hızla gelişiyor oluşunu seviyorum, yenilikleri heyecanla izliyorum. Sanırım beni hayal kırıklığına uğratan insanları, dünyayı, bilgiyi yakınlaştırma gücüne sahipken yanlış kullanmamız nedeniyle teknolojinin bizi birbirimizden ve gerçek dünyadan uzaklaştırması.

Var böyleleri. Arkadaşlarıyla karşılıklı oturmuş sohbet ediyorlar ama içleri içlerine sığmıyor. Bir kıpırtı, içlerini  yiyip bitiren bir merak… Elleri beş dakikada bir mütemadiyen masanın kenarında duran telefonlarına uzanıyor. Sosyal medya sayfalarına sürekli göz atmazlarsa içleri rahat değil. Sanıyorlar ki o küçücük ekrana baktıklarında tüm dünyaya bağlılar, hatta onların bağlı olduğu kadar dünya da onlara bağlı. Oysa o sırada kaybettikleri, gerçek bir insanla yüz yüze, kalp kalbe kurulan bağlantı. Ve farkında değiller ama karşılarındakilere o anda, “Sen konuşmaya devam et ama şu anda ben seni ve söylediklerini önemsemiyorum, sanal olan benim için daha ilginç daha canlı” dedikleri… Sonra araya giren sessizlikler; paylaşılmayan duygular, sözler; garip bir tiyatro sahnesi…

“Sahne: 6 genç, şık kıyafetlerinin içinde, bir restoranın beyaz örtülü masasında, başları telefonlarına gömülü oturuyorlar.

Psikolojileri: Belirsiz.

Diyalogları: Sessiz.”

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: DOĞANIN GÜCÜYLE SARSILMAK

Yorumunuzu aşağıdaki boşluğa bırakabilirsiniz!