Derin bir yamacın kenarından kıvrıla kıvrıla inen yolla sahile ulaştık. Gelgitle yükselmiş okyanus, tüm sahili kaplayıp plajı neredeyse görünmez ve geçilmez hale getirmişti. Okyanus sinirliydi. Biraz ötemizden köpürerek bize doğru koşuyor, kayalara çarpıp patlıyor, sonra kumlarda hızla ilerleyip ayaklarımızın dibinde yolculuğuna son veriyordu.
Amacımız fotoğraf çekmekti, istediğimiz fotoğraf için de okyanustan görünmez olmuş plajda ilerleyip burnu dönmeliydik. Okyanussa bize izin vermeye pek niyetli değildi. Onun istediği anda, onun kurallarına göre hareket etmeli; keyfi geldiğinde alçalıp plajı bize bırakmasına saygı göstermeliydik.
Okyanusun bize geçit vermesi için bir süre bekledik ama fazla zamanımız yoktu, su fotoğrafa hayat veriyordu ve tamamen alçalıp uzaklaşırsa çöle dönmüş kayalar fotoğrafı ruhsuzlaştıracaklardı.
Ayakkabıları çıkarıp çıplak ayak ilerlemek riskiydi; zira kayalar bazı yerlerde bıçak gibi keskinlerdi. Karar verdik, dalga çekildiği anda koşarak bir sonraki sığınabileceğimiz yere kadar ilerleyecektik. Dalga geliyor biz duruyorduk, dalga çekiliyor biz koşup ıslanmayacağımız yüksek bir yer buluyorduk.
Böyle böyle buruna kadar geldik. Burası plajdaki diğer yerlerden daha alçaktı, su gölleşmişti, her dalgayla su bir yükselip bir alçalıyordu.
Yandaki bir kayanın üstüne çıktık, ıslanmayacağımız bu yerde güvendeydik.
“Hala çok su var…” dedim.
“Ama azalıyor!” dedi.
“Beklememiz lazım,” dedim.
“Doğru zamanda ilerlersek yapabiliriz!” dedi.
Doğru zamanda ilerlemek önemliydi. Bir dakika sonra, iki dalga arasında suyun azaldığı bir anda, sudan başını azıcık çıkartmış taşların üstünden zıplayarak köşeyi dönüp susuz kalmış ileriki küçük plaja geçti.
Arkasından, “Hala dalga geldiğinde buraya çok su doluyor!” diye bağırdım.
Köşeden dönüp bana baktı, “Yapabilirsin, ben geçtiysem sen de geçersin!” dedi.
Düşündüm; ayağım kayabilirdi, dizime kadar suya girebilirdim, ıslak ayakla uzun süre kalmam gerekirdi, yürüyüş ayakkabılarım ıslanıp 3 gün kurumayabilirlerdi. Oysa insan birine güvendi mi gerisi boş…
İki dalga arasında kendimi küçücük, sudan zor çıkan iki taşın üstünde dengede dururken buldum. Tam ilerleyip kuru plaja ulaşacaktım ki, o anda ikinci dalgaya yakalandım. İleri ya da geri kaçamıyordum, kıpırdamadan olduğum yerde dengede durmaya çalışarak bekledim. Su yükseldi, yükseldi, yükseldi… Ayakkabımın su geçirmez kauçuk kısmında kaldı, ayakkabıya girmedi.
Dalga uzaklaştığında öbür tarafa atladım; gülmeye başladım. Köşeyi dönmüştüm, her köşeyi dönen gibi mutluydum!
Belki de kafamızda hiçbir şeyi fazla düşünüp büyütmemizin anlamı yoktu, yol ancak birine güvenerek alınabiliyordu. Önümüzdeki engel basit de olsa belki birinin, “Yapabilirsin!” demesi, insanın endişelendiği her şeyi bırakıp ilerlemesi için yeterliydi. Köşenin ardında ne olduğunu bilmese de önündekinin kim olduğunu bildiğinde, insan köşeyi dönebilirdi.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: SINIRI AŞMAK