Çamaşır makinesinin camından, içinde dönüp duran kıyafetlerimize dalıp gidiyorum. Birkaç haftadır yoldayız, dün küçük bir şehre vardık, para atıp çamaşır yıkanan otomatik makinelerin bulunduğu birkaç sandalyeli bir salonda oturmuş, kıyafetlerin yıkanmasını bekliyoruz.
Çamaşırlar gözümün önünde döndükçe aklıma 4-5 gün önce okyanusta yükselip kıyıda patlayan dalgalar geliyorlar. Okyanusu her görüşümde üstümde bıraktığı korkuyla karışık hayranlığı, rengarenk kıyafetlerimizin yuvarlanışına daldığımda yeniden duyuyorum.
Akdeniz ve Ege havuz misali, dibi pırıl pırıl görünen, dalgaların çıpçıp yapıp karaya ulaştığı, gelgitlerin pek hissedilmediği kucaklayıcı sular; önümdeki okyanus ise, insanı tek lokmada yutup midesine indirebileceğini hissettiren dev bir canavar. Okyanusun yüksekliği 2 kere alçalıp 2 kere yükselerek, günde 4 kere değişiyor. Bu değişim gözle o kadar net görülüyor ki, normalde beyaz kumlardan oluşmuş geniş bir plaj, suyun yükseldiği anlarda görünmez hale gelebiliyor. Okyanus sakin bir gününde bile o kadar vahşi ki, dalgaların 3-4 metre yükseklikteki kayaları aştığını ve sahile köpürerek vurduğunu görmek, yerliler için sıradan bir durum.
Asıl ilginciyse sular yavaş yavaş geri çekilip sahili görünür kılınca hissediliyor. Suyun alçalma zamanı geldiğinde dalgalar, sanki yorgunluklarını göstermek isterlermişçesine, karaya çarptıkları her sefer biraz daha geride kalıyorlar; onların her geride kalışlarında da yeni bir dünya yüz, dil ve ses buluyor. Mesela birkaç saat evvel okyanus sahildeki birçok kayayı yutmuş olsa da suyun geri çekilmeye başlamasıyla yutulmuş kayalar yeniden yüze göze bürünüyorlar; onların görünürleşmeleriyle üstlerindeki deliklere ve girintilere sığınmış canlılar da güneşi üstlerinde hissetmeye başlıyorlar. O anda kayalarda bir hareketlilik gözlemleniyor; yengeçler kıpırdanıyorlar, yanlarındaki midyeler kabuklarını açıp kapayarak ses çıkartıyorlar, martılar çığlık atarak kayalarda buldukları ziyafeti midelerine indiriyorlar. Kumsaldaki bu hareketlilik içinde tek kıpırdamayansa, karada kalmış yosunlar. Yosun deyince insanın aklına hemen yeşil, vıcık vıcık otlar gelse de bunlar öyle değiller; hafif bordomsu, bahçe kenarlarına ekilen çalıların kolları gibi hafif iğne yapraklı, dal dal canlılar.
Geçen gün suyun alçak olduğu bir sabah, yine gün doğumundan önce sahile gittiğimizde bomboş olmasını beklediğimiz plaja bizden önce gelmiş biriyle karşılaştık. Hava soğuktu, biz üstümüzde üç kat kıyafetle dururken adam beline kadar suyun içinde girmiş bir şeylerle uğraşıyordu. Adamın üstünde sörfçülerin giydiği vücudu sıcak tutan mayolardan vardı ama yine de adamın sudaki görüntüsü içimizi üşütmeye yetti. Yavaş yavaş adama yaklaşınca elinde, uzun bir sopanın ucuna takılmış bir çeşit ağ olduğunu fark ettik. Adam alacakaranlıkta suyun içinde ağı dolaştırıyor, dolunca ağı karaya kadar ağır ağır sürüklüyor, içindekileri boşaltıyor, sonra dalgaların vücuduna çarpmasını göğüsleyerek tekrardan suların içine dönüyordu. Adamla merhabalaştıktan ve bir süre onu izledikten sonra kendi işimize döndük, gün doğmak için bizi beklemezdi, gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı, önümüzde çekilecek fotoğraflar vardı.
İşimiz bitip toparlanmaya başladığımızda adam yanımıza doğru geldi, bomboş sahilde üç kişi sohbet etmeye başladık. Adam, daha biz bir şey sormadan arkamızda bir yeri işaret etti; dönüp üst üste yığdıklarına baktığımızda, bütün sabahını okyanus sularında yosun avlamakla geçirdiğini anladık. İster istemez, “Peki bunlar ne için kullanılıyor?” diye sorunca adam yanıtladı, “İlaç yapmak için ya da kozmetik sanayiinde. Özellikle kozmetik amaçlı cilt kremlerinde çok kullanılıyorlar.”
Adamın yaptığı yosun tepeciklerine bakıp, “Bu sabah bayağı toplamışsın!” dedik.
Adam güldü, “Bu da bir şey mi? Bu sabah çok az var. Normalde çok daha fazla oluyorlar.”
Birkaç gün sonra aynı yerden bir kez daha, bu sefer gündüz vakti geçmemiz gerekti. Yine karada yosunlar birikmişti ama bu sefer tepecikler değil dağlar oluşturmuşlardı, bizim tanıştığımız yosun avcısı yine başlarındaydı ve yanındaki arkadaşlarıyla el arabasına yükledikleri yosunları, arabanın arkasına takılmış römorka yerleştiriyorlardı.
Yine düşüncelerim uzayıp gitti. Bir tarafta dünyanın bir yerinde, 50-100 gr.lık kremler yapılsın diye gün ağarmadan okyanus dalgalarıyla mücadele ederek suya giren ve yosun avlayan insanlar var; diğer taraftaysa o kremleri yüzlerine süren ve ardındaki hikayeyi bilemediğinden kremin laboratuvar ortamında yetişip eline ulaştığını sanan yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan. “Acaba,” diyorum kendi kendime, “elimizdeki küçücük kremin ne meşakkatli bir çaba sonucunda evimizin sıcaklığına ulaştığını bilseydik, kreme bakışımız değişir miydi? Köylünün tarlalarda çalışıp sebzeler meyveler yetiştirmesine, çiftçinin sabahın köründe ineği sağmasına, kumaşın bin bir emekle üretilip kıyafete dönüşmesine her gün yakından şahit olsaydık, elimizdekilerin değerini daha iyi anlar mıydık? Yoksa önümüzdeki her şeyi tüketmeye hakkımız olduğunda ısrar edip emeği ve çalışmayı görmezden gelmeye devam eder miydik?”
Çamaşır makinesinin dönüşü tamamlandı, çamaşırlar kurutma makinesine konuldu, şimdi oradaki dönüşleri başladı. Dünya, içindeki garip döngüyle çamaşır makinesindeki çamaşırlar gibi dönüp duruyor, oysa çoğu insan dünyanın gerçek döngüsünden haberdar değil; o kadar ki, bazı hayatlar kendi gelgitleri içine sıkışmışlarken, bazıları okyanusun gelgitlerinde çalkalanmakta.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: KAFAMDAKİ NEHİR