Küçük bir sahil kasabasındayız. Eve ulaşmamıza hala birkaç gün var ama artık yolculuğun sonunu görebiliyoruz. Renkli binalar bir yamaca üst üste dizilmişler, Escher’in merdivenlerini andıran sonsuz basamakları etrafta bulmak zor değil.
Küçücük, ancak bir masa ve iki sandalyenin sığdığı bir balkonda oturuyoruz. Sokakta duyulan ahenkli, vurgusu yükselip alçalan kelimeler havada birleşiyor; anlamsız, devamlı, heyecanlı bir curcunaya dönüşüyor. Kahvaltıdan sonra kalabalığın parçası olmak için sokağa çıkıyoruz. Yaz kalabalığı azalmış olsa da farklı milletlerden turistler mağazalara girip çıkıyorlar, kafelerde kokunun çekiciliğine dayanamayarak günün belki de 3. ya da 4. kahvesini içiyorlar, uzaktan bir yerden duyulan çanların sesine trenin düdüğü karışıyor.
Kalabalık likit bir akışkanlık içinde. Öğlene doğru restoranlar önce kalabalıklaşıyor, sonra doyan karınlarla boşalıyor; ardından kafeler, “yemeğin üstüne iyi giden” kahveler içilirken bir kez daha dolup boşalıyor; yemek rehavetinden kahveyle uyanılınca mağazalar dolup boşalıyor; sonunda güneşin yakında batacağı, ışığın turunculuğunda hissediliyor. Kasabadaki yeşil kepenkli rengarenk evlere portakal sıcaklığı katan son ışık vurduğunda, denizle beraber neşeli bir tablo can buluyor. O anda herkes, kendini kasabayı en iyi fotoğraflayabileceği yeri bulma uğraşına adıyor. Daracık, sahile paralel uzanan yollar, turistlerle doluyor; selfie’nin biri diğerini izliyor.
Tam yarı profesyonel fotoğraf makinemi üçayağa yerleştirecekken yanıma biri yaklaşıp, “Affedersiniz…” diyor, “…kasabanın önünde bir fotoğrafımı çeker misiniz?”
Şaşırıyorum. En son birinin böyle bir istekte bulunduğu zamanı hızla düşünüyorum… Yıllar geçmiş. Biraz nostaljik bir mutlulukla fotoğraf makinesine uzanıyorum, o sırada adam – belki de beni genç gördüğünden ve fotoğrafı telefon yerine fotoğraf makinesi ile çekmemi istediğinden – açıklamada bulunma ihtiyacı hissediyor, “Şu delikten bakıp, şu düğmeye bassanız yeter.” Fotoğraf makinesini elime alınca bunun, eski kodak marka, film kullanan bir fotoğraf makinesi olduğunu görüyorum; bir zamanlar muhtemelen herkesin evinde olan, 36 pozu olabildiğince iyi kullanmaya çalıştığımız, kareleri çarçur etmediğimiz cinsten.
Adam önümde poz veriyor, dikkatle hem de büyük bir dikkatle vizörden kadraja bakıyorum, deklanşöre basıyorum. Fotoğraf makinesinin içinde filmin döndüğünü haykıran ses, geçmişten gelip kulaklarıma doluyor. Fotoğraf makinesi dijital olsa ikinci kere deklanşöre basmaktan çekinmeyecekken o anda ister istemez duraksıyorum; çektiğim fotoğraftan eminim, sonraki kareyi adamın başka anıları için saklıyorum.
Adam teşekkür edip uzaklaşırken, düşünmeden edemiyorum: bir zamanlar sokakta tanımadığımız insanlarla iletişime geçip ricada bulunduğumuz, belki fotoğrafı çekmelerinin ardından iki dakika sohbet ettiğimiz, nereden gelip nereye gittiklerini öğrendiğimiz insanlar ve onlarla kısacık temaslarımız vardı; şimdiyse sokaklarda, dünyayı bir çubuğun ucuna yerleştirilmiş dijital fotoğraf makinesinden izleyen insanlar. Kimse birbirine dokunmadan, kimse kimseden rica etmeden, kimse sözde “kimseye ihtiyaç duymadan” yaşıyor ve bu hepimize o kadar normalmiş gibi geliyor ki, ancak orta yaşın üstünde bir adam yolda durup fotoğrafını çekmemiz için elimize filmli bir fotoğraf makinesi verdiğinde, zamanın ve yaşam tarzımızın aslında nasıl değiştiğini fark ediyoruz.
Uzaktan bir yerden 70’li yıllardan kalma İtalyanca bir şarkı yükseliyor. Kalabalık birazdan akşam yemeği için restoranları dolduracak; sonra karınları doydu mu girdikleri hızda birbirlerine dokunmadan dışarı çıkıp, masaları ve ardından da sokakları boşaltacak. Geçmişte bir yerlerde kalmış hatıralarsa, insani temaslarla zaman zaman yeniden canlanarak, hafızalarda yaşayacak.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: GELİP GİDEN HAYATLAR