Geçen gün elimdeki kitapta yazan bir cümleyi, yazarın anlatım derinliğini daha iyi anlamak istediğim için dönüp ikinci kere okurken aklıma geldi. Hala var mıdır bilmem… Benim ilkokul yıllarımda Hızlı Okuma Yarışması yapılırdı. Öğrenciler tek tek öğretmenin yanına gelir, öğretmen çocuğun ilk kelimesiyle kronometreyi başlatır, çocuk vızır vızır sesler çıkartarak fısıltıyla ama öğretmenin anlayacağı şekilde cümleleri okur, iki dakika sonra öğretmen kronometreyi durdurduğunda da başlangıçtan geldiği yere kadarki kelimeler sayılıp kaç kelime okuduğu anlaşılırdı.
Bu yarışmaların yapılacağı yaklaşık bir hafta önce öğretmen tarafından sınıfa bildirilirdi, o günden yarışma gününe kadar da benim karın ağrılarım başlardı. Hızlı okuyamazdım. Daha doğrusu okurdum da hızlı okuyunca okuduğumu anlamazdım, dolayısıyla kendi kendimeyken kendime ait bir hızda okumayı tercih ederdim. Tabii bu sınıf seviyesi için yeterli değildi, önemli olan içerik değildi, en hızlı okuyan ödüllendirilmeliydi.
Yarışma sonuçları açıklandığında içimi hep bir eziklik kaplardı, sanki benden hızlı okuyanlar daha başarılı, daha zeki, daha ileridelermiş gibi.
Bir seferinde yine Hızlı Okuma Yarışmaları’ndan birinde, öğretmen benim okuduklarımı takip ederken sınıftan biri konuştu, öğretmenin dikkati dağıldı, saatine bakmayı unuttu. Ben de neyi okuduğumu anlamasam da kendimi kaptırmış gidiyordum, en iyi performanslarımdan birini veriyordum. Birden öğretmen beni durdurdu, sınıfı susturmaya çalışırken bana gereğinden fazla zaman tanıdığını söyledi, tekrar en baştan okumam gerekiyordu. O ana kadar geldiğim yerden o kadar mutluydum ki, içimi “Ya aynı yere kadar okuyamazsam” korkusu sardı. Ter döküyordum, kelimeleri hatalı okuyup takılıyordum. Daha 8-9 yaşında stres denen illeti ilk ağızdan yaşıyordum. O günün sonunda yine çoğu çocuk 2 dakika içinde benden daha çok kelime okuyacaktı, yine verilen ödül kitabı alamayacaktım, bu bir sonraki sefer de böyle olacaktı, sonraki sefer de ve bir sonrakinde de…
Yıllar sonra gazetede okudum, okuduğumuzu ne kadar anlamadığımızın oranlarını. Açıkçası fazla şaşırmadım, ne de olsa okuduklarının içeriğini anlamak yerine jet hızıyla kelimeleri silip süpüren mealen anlayanların nesliydik. Yazar kasa misali, çın dedin mi açılacak tık dedin mi kapanacak, para üstünü şak diye verecek, işi iki dakikada bitirecek parlak gençlerin temelleri atılmak isteniyordu ama varılan nokta göz gezdirmekle yetinen, okuduğunu anlamayanlar ordusuydu.
Bu gidişat zamanla o kadar kronikleşmişti ki, eğitim yılları içinde doğru düzgün tek bir kitap bile açıp okunmamış olsa da lise ve üniversite diploması almak artık “okumuş olmak” anlamına geliyordu, mezun olanların mezun oldukları dallardan anlamamaları ve mesleklerine ilgisiz kalmaları yadırganmıyordu, nasılsa herkes öyle böyle işini yapıyordu, hiçbir şeyin fazla derinine girmeye gerek yoktu, fazlasını isteyenler de “işi fazla karıştırmasınlar”dı. Hızlı okuma çabalarıyla başladığımız yolculuk hayatın hızına da kapılınca yamuk yumuk hazırlanmış belgelerden hatalarla dolu gazete makalelerine, analiz edemeyen beyinlerden geleceği okuyamayan zihinlere dönüşmüştü.
Arada bir yazıları hızla vızır vızır okumaya çalışan geçmişte kalmış küçük çocuğu düşününce, buruk bir hisse kapılıyorum; sonra o küçük çocuğun anlama tutunma çabasını gülümseyerek izliyorum. Sistemle aynı hızda ilerlemeyen, okuduğunu anlamaya uğraşan, kitaplardan soğutulamamış insanların bir yerlerde birleştiğini ve her okuduğu kelimeyi daha iyi anlayabilmek için mücadele ederek aynı kalp ritminde çarptıklarını hissediyorum. Anlamı hızdan sıyırıyorum, okumaya dalıyorum.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: KOŞU