DİŞİMİN SIZISI

Yeni diş doktorum dişlerimi incelerken başıma gelecekleri aşağı yukarı tahmin ediyorum ama kondurmak istemiyorum. Zaten doktora gitmeye karar vermek yeterince zor, bir de doktorun dişlerimi inceleme süresi uzadıkça rahat görüntülü rahatsız koltukta yumruklarımı giderek daha da sıkıyorum.

Dişçi koltuğu insanın bir nevi ata dönüştüğünü, sonraki aşamada toynaklarına bakılacağını hissettiği sınanma merkezi. O sınanma anında kafada fikirler ip ip uzarken insanın elinden tek gelen, hoperlörü bağlanmamış bilgisayar misali ses çıkaramadan tavanı, duvarları ve parıldayan aletleri inceleyerek mahzun mahzun durmak oluyor. İnsan başka yerde olsa ülkenin durumundan dem vurup, küresel ısınmanın etkilerini har vurup harman savurup, Amerika Başkanı’nın yaptıklarını çekiştire çekiştire uzatır da dişçi koltuğu doğası gereği, kelimelerin sese dönüşemediği bir kurum. Ayrıca konuşamamak bir yana o koltuk, “Yani istersen hareket edebilirsin, sorun yok” hissini aşılarken, “Kıpırdadın mı dişi, yanağı, dili uçururum alimallah!” tehdidiyle insanı ikileme sürükleyen bir çelişkiler yumağı.

Ben de tüm bu endişeler kafamın bir köşesinde yankılanırken, İtalya’daki ilk diş doktoru deneyimimde ağzımı kocaman açıp “Aaaa” demenin haklı korkusunu yaşayarak, doktorun karşısında duruyorum. Doktor İstanbul’daki diş doktoruma benziyor, bu oradaki doktorumdan memnun olduğum için beni biraz olsun rahatlatıyor ancak doktor bir süre sonra başını iki yana sallamaya başlayınca, “Evet, her şey buraya kadarmış!” zehri yavaş yavaş damarıma zerk ediliyor. Hesap: “Zeynep Hanım, yani şu aynada görmüş olduğunuz azılar azıtmışlar. Siz de öyle hiçbir şey yapmadan bu kadar zaman… Olacak iş değil!”e çıkınca ben de tabii, “Hay Allah, hiç de ağrı sızı yapmıyordu meret!” diyerek suçu dişe atıyorum. Doktor hastanın suçu dişe atmasına alışkın sinsi sinsi gülüyor; ardından da yapıştırıyor, “Tedavi birkaç hafta sürecek!” Gelen darbeyle yutkunuyorum.

Bir sonraki hafta doktora vardığımda steril aletlerin pırıl pırıl parıldayışı beni karşılıyor. Doktor “Hastayı rahatlatmak lazım tabii” babında aletler kadar pırıl pırıl bir aksanla çabucak bana tedaviyi anlatmaya başlıyor ama iyi kamufle olup iki seanstır İtalyan İtalyan bakıyor olacağım ki, yabancı olduğumu anlamıyor ve söylediği İtalyanca terimlerin çoğunu hayatımda ilk kez duyduğumu fark etmiyor. O anda yanımda duran, beni elimden tutup doktora getirmiş olan eşim imdadıma yetişiyor, bilmediğim kelimeleri açıklıyor, doktorun ne kadar basit terimler kullandığını ve tedavinin oldukça standart bir prosedür olduğunu anlayınca rahatlıyorum.

Tabii bu iş, biraz kullanma kılavuzu okumaya benziyor. Yeni alınmış bir arabanın kullanma kılavuzunu insan istediği kadar okusun kontağı çevirip gaza basmadıkça neyin ne olduğu anlaşılmıyor. Diş tedavisi de böyle; doktor istediği kadar anlatsın, o aletlerin dişte çıkarttığı sesleri duymadan, anestezinin uyuşturmayı unuttuğu noktaları tek tek fark etmeden insan neyin ne olduğunu idrak edemiyor.

Doktorun doğal olarak ilk işi, ağzımı uyuşturmaya başlamak oluyor ve ekliyor, “Yani böyle, dudağınızın yarısına kadar falan hissetmeyeceksiniz. Dudağın yarısı uyuştuğunda haber verin!” O anda iğne hala ağzımda farklı delikler açmaya devam ettiğinden sadece adama gözlerimle, “Tamamdır, merak etme doktor!” işareti yapıyorum. Doktor işini biliyor, bir uyuşukluk daha dakikasına kalmadan yavaş yavaş beni ele geçiriyor. “Ağzımın yarısı yok, ne komik!” diye düşünüyorum, o sırada doktor beni bırakıp telefon görüşmeleri yapıyor, arada bir beni iplemeden odaya girip çıkıyor, belli ki ben ne kadar dudağımın yok olduğunu işaret etsem de hala hazır olmadığımı düşünüyor, en sonunda geri dönüp yanı başıma oturduğunda soruyor, “Dudağınızın yarısı uyuştu mu?”

Suratıma onaylayan bir gülümseme yaymak istiyorum ama dudağım yukarı kavis yapacağına aşağı doğru çarpılıyor. Doktor öyle uyuşturmuş ki sadece ağzımın içi ve dudağım değil yanağım, kulağım ve kafamın yarısı da artık yok. Benim ağzım sarkmış, gözlerim kaymış halime doktor kocaman gülüyor, o gülünce sesi bas perdeden odada yankılanıp devasa bir varlığa dönüşüyor, oda aniden doktorun kendisi oluyor.

Sonra ilk enstrümanlar senfoniye başlamak için ağzıma doğru yaklaşınca gözlerimi kapıyorum ve hissiz bir karanlıkta, binanın dışındaki tepelerin hayaline dalıp, kendimi seslerin uyumsuzluğuna bırakıyorum. BIRRRRRR! TİUV TİUV TİUV! VEEEEUUUUV! FLUK FLUK FLUK!

Doktor arada bir, “Bir şey hissediyor musunuz?” diye sorduğunda bir gözümü hafifçe aralayıp, “Doktor sen devam et ya, ben de o sırada bir kestireyim…” işareti yapıyorum; o kadar hissiz, o kadar dertsiz bir alemdeyim.

Doktor 1 saat sonra, “Evet, bugünlük bu kadar, bir sonraki programda görüşmek üzere, esenlikle kalın.” dediğinde gözlerimi açıyorum, hiçbir his hiçbir acı yanıma yaklaşamazmış gibi hop diye oturduğum yerden kalkıyorum. O anda, doktorun gözlerinde bir pırıltı görüyorum. Sanki bana, “Sen birkaç saat sonra görürsün olacakları!” der gibi bakıyor ama ben bu ışığı yok saymayı seçiyorum.

Eve döndüğümde hissizlik nedeniyle yemek yiyemeyecek olma fırsatını kullanıp kendimi önümdeki 1 kiloluk dondurmaya gömüyorum. Bir çocuk gibi tedavi sonrasında gelen mükafatın tadını çıkartıyorum, dişimin sızısını önemsemiyorum.

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: GENİŞLEYİP DARALAN ZAMANLAR

Leave a Reply