Hava hala karanlık. Doğa yeni uyanıyor. Önümde uzanan okyanus boyutundan beklenmeyen bir zarafetle her bir dalgada gelgitin gücüyle ağır ağır geri çekilirken, yamacın kenarındaki ahşap banka oturuyorum. Arkamda koruluk, tepeler, tepelerden gelen inek çanları, uzaktan duyulan bir tren… Havanın yavaş yavaş aydınlanışıyla gözlerime ışık doluyor, renkler gökyüzünde ve bulutlardaki kıvrımlarda uçuşarak beliriyor.
Elim boynumdaki fotoğraf makinesine uzanıyor. Bu hafta fotoğrafçı asistanıyım, görevim bir fotoğraf kursunun perde arkası çekimlerini yapmak, bu yüzden ışığın nazlı uyanışıyla fotoğraf makinemin içinden dünyaya bakıyorum, objektifin yönünü fotoğrafçılara doğru çeviriyorum. Böylece yatay bir dikdörtgen içinde önümdeki kocaman manzaradan alınmış bir parça, koparılmış bir görüntü, seçilmiş bir pencere beliriyor; deklanşöre basıyorum.
Tam bu sırada arkamdan ayak sesleri duyuluyor. Bulunduğum yerden Camino de Santiago’nun rotalarından birinin geçtiğini biliyorum, kendini bu rotaya adamış genç bir adam giderek yaklaşıyor, hemen yanımda duruyor. Selamlaşıyoruz. Bel hizasına kadar okyanusa girmiş üç fotoğrafçıyı işaret ederek İspanyolca, “Denizdeki adamlar neyi çekiyorlar?” diye soruyor; ben de ona İngilizce önlerindeki kayanın üstündeki kırıktan nasıl arkadaki adayı çektiklerini anlatıyorum. Adam çok şaşırıyor, onun şaşırmasına ben şaşırıyorum. Fotoğrafçıların manzara fotoğrafları çekmek için yataklarından hava aydınlanmadan kalkıp yola çıkmaları, kar kış demeden yollarda olmaları, arabada termostan çay kahve içip bisküvi yiyerek kahvaltı etmeleri ve balıkçı tulumları giyip kendilerini tripod’lar ve fotoğraf makineleriyle okyanusa atmaları bana çok normal geliyor; bana normal gelenin aslında işin gerçek yüzünü bilmeyen biri için ne kadar anlaşılması zor olduğunu bir kez daha görüyorum. Ne de olsa fotoğrafın gösterdikleriyle fotoğrafçının yaşadıkları birbirinden çok farklı. Fotoğraftaki sakin, sımsıcak, huzurlu manzara izleyiciye görünenken, manzarayı çeken fotoğrafçının soğukta, okyanusun içinde, dalgalar ve rüzgarla mücadelesi görünmez.
Kısa konuşmamızın ardından adam gelişi gibi hızla uzaklaşıyor ve birkaç dakika geçmeden diğer yürüyüşçüler de sırayla görünmeye başlıyorlar. Üç genç kadın sırtlarında küçücük sırt çantalarıyla konuşa konuşa yanımdan geçiyorlar; ardından Uzak Doğulu bir adam cep telefonuyla manzaranın fotoğrafını çekip ilerliyor; hemen sonrasında gelen kocaman sırt çantalı İspanyol adam cep telefonuyla sabahın o saatinde bağıra çağıra birileriyle konuşarak arkamdan geçip gidiyor; dört kişilik bir grup sessizce ve büyük bir hızla yola konsantre olmuş ilerliyor.
Bir yolda farklı insanlar ve amaçlar akıyor: yola odaklananlarla yanındakilere odaklananlar, anı biriktirme derdindekilerle başkalarının anı biriktirme derdini anlamayanlar, yürümüş olmak için yürüyenlerle kendilerini kendi benliklerini bulmaya adayanlar, bir de yol kenarında oturup geçenleri izleyerek gözlemledikleri üzerine yazı yazanlar… Yolu ve hayatı insanların nasıl farklı yaşadığını, duraklama sürelerimizin nasıl değiştiğini, ilerleyiş nedenlerimizin nasıl çeşitlendiğini ve bu çeşitliliğin verdiği zenginliğe rağmen nasıl bir arada yaşamaya alışamadığımızı düşünmek beni anımdan çıkarıp uzaklaştırıyor; hayat yürüyüşlerinde acı çekenleri, çektirilenleri ve insanlığın nasıl birbirini yemekle vakit kaybettiğini hatırlatıyor; yutkunuyorum, bir süre fotoğraf çekemiyorum.
Sonra bir anda güneş kayaların üstünden başını uzatıyor, ışık değişiyor, önümdeki manzara aydınlanıyor, rüzgarla beraber yosun ve umut karışımı bir koku yükseliyor. İnsanların ne kadar kavga etseler de ne kadar ayrılsalar ve ayrışsalar da ne kadar birbirlerini öteleseler ve ötekileştirseler de yürüyüşlerinde bir noktada buluşacaklarını ve günün birinde varış noktalarında soluklanıp beraber yaşayabileceklerini düşünmek içime ışık saçıyor. El Camino’nun biteceği Finisterre’nin anlam olarak karanın sonu olmasına rağmen belki de bir şeylerin başlangıcı olabileceğini umuyorum, gülümsüyorum.
O sırada grubumdaki fotoğrafçıların çekimi bitiyor, güneşin ışıkları sapsarı ve fazla dik, ben de olduğum yerden kalkıp çantama ilerliyorum, fotoğraf makinemi kaldırıyorum. Toparlanmaları bittiğinde arabaya biniyoruz, başka bir manzarayı çekmek için yürüyenlerin yanından geçiyoruz. Yolumuzda ilerlemeye devam ediyoruz.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: DİŞİMİN SIZISI