Son zamanlarda, “Ya İngilizce ya İtalyanca yaz artık. Biz de gönül rahatlığıyla yazdıklarını okuyalım!” laflarını daha sık duymaya başlayınca ve bir iki de yabancı dilde kurgu edebiyat yazma denemesi yapınca daha iyi anladım: insanın günlük konuşma dili İtalyanca, okuma dili İngilizce olsa da yazım dilinde kendini en rahat hissettiği yine de büyüdüğü, yetiştiği ana dili. Tabii hayranlıkla izlediğim, kurgu edebiyatı farklı dillerde kendi ana dili kadar iyi yazan yazarlar var fakat benim kendi tecrübem, yazarın kendi kültürünü başka bir dilde anlatabilmesinin çok zor olduğu.
Benim gibi rahat, geniş ve fiili sona bırakmaya alışmış Türkçe yazan bir kafa için kendi kültürünü farklı dilde yazmak, bir nevi işkence. Sanki dildeki o 9/8’lik son anda aksayan tını kayboluyor, bir şeyler yerine oturmuyor, dilin çatlaklarına sızmış kültür kayboluyor.
İnsan yurtdışında yaşadığı zaman belki kullandığı dillerin açıkları veya kendine özgü derinlikleri daha da dikkatini çekiyor, dillerin içindeki kültürü daha iyi anlıyor. Eminim bizim gibi başka diller de vardır ama içinde yaşadığım için Avrupa’daki dillere baktığımda, bu dillerin istenilen amaca bizden daha kısa ve net vardığını görüyorum. Mesela onların reddedişleri çok kesin. Adam “No!” diyor, işin içinden vırt diye çıkıyor. Oysa bizim reddedişimiz kesin değil, kelimenin içinde Türk insanının kıvrak yapısı göbek atıyor, reddin içinde bile bir “‘Hayır’lara vesile!” var, “Yani reddediyorum ama sen onu red olarak alma, nasılsa her şeyin sonunda bir hayır vardır, seni bu geri çevirişim de senin için daha iyi olacaktır!” gibi.
Bir de fiillerimizin yeri var ki insana son ana kadar Bizans oyunları oynama hakkı tanıyor. Latince kökenli diller şrak diye ikinci kelimede, olmadı üçüncü kelimede yapıştırıyor fiili, o da yetmiyor zamanını, dişisini, erkeğini bir çırpıda belli ediyor. Bizdeyse son ana kadar eylemin ne olduğu belli değil. İnsan karşısındakini dinlerken, “Gidecek mi gelecek mi dönecek mi kalacak mı” diye ikilemler arasında kıvranıyor, Türk filmi misali insanı sevgilisi terk mi etti yoksa ilelebet yanında mı kalacak ancak ve ancak cümlenin sonunda belli oluyor.
Ayrıca Latince kökenli dillerde konuşanlar, olumsuzluk anlamı veren kelimeyi cümlenin ikinci öğesi olarak insanı gözüne gözüne sokarlarken; bizde cümlenin olumlu mu olumsuz mu olacağı da bir muamma. Cümleye sanki hiçbir şey olmamış, her şey yolundaymış gibi başlayıp son anda kaşlarımızı kaldırıp fiilin ortasına bir “–me” “–ma” sıkıştırıyoruz ve o anda konuşmanın bütün doğasını değiştiriveriyoruz; böylece karşımızdaki kişi cümlenin başında yüzümüze gülümseyerek bakarken, sonunda ne olduğunu anlayamadan omuzları düşürüveriyor.
Tabii bütün bu belirsizlikler, bana kalsa kültüre ait ve yaşam tarzını yansıtan detaylar; en azından benim sıkça yazılarımda kullandığım ve dili düğümlemekten ve çözmekten keyif aldığım taraflar. Fiillerimizin sonda oluşu, “Bir başlayalım da sonrasını düşünürüz abi” hissini verebildiği gibi gerilim yaratmak istenen durumlarda da “Oldu mu olacak mı, olumlu mu olumsuz mu?” paniğiyle insanı her yönden çekiştirip hikâyeyi gerim gerim geriyor. İtalyanca ve İngilizcenin tersine öznenin kadın mı erkek mi olduğunu bilmediğimiz bir üçüncü tekilde dolaşmak polisiye yazarların işine yarayabileceği gibi, modern zaman ilişkileri için de kalıpları kırıp kapıları önümüzde açıyor.
Bu sırada ben her gün duyduğum ve kullandığım bütün bu dillerin verdiği zenginlikle başım dönmüş yaşarken, kendi dilimde yazıp İtalyanca konuşup İngilizce okumaya devam ediyorum; başka dilde yazıp dile kendi kültürünü aşılayabilenlere şapka çıkarıyorum; kendi dilimin düğümlerinde dille beraber kıvrak dönüşler yapıyorum. Yazarken gelen doğal akışın tadını çıkarıyorum.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: YOLUN KENARI