Elimde kuryenin getirdiği, karton ince küçük bir paket tutuyorum. Paketi kenarından yırtıyorum, içinden birer karış büyüklüğünde iki defter çıkıyor. Üstlerindeki plastik paketi çıkartıyorum, kapaklarını açıp bir sürprizle karşılaşacakmışım gibi içlerine bakıyorum, çocukça bir heyecana kapılıyorum.
Bir insanın yeni alınan iki defter için bu kadar duygulanması belki de bazıları için çok anlamsız. Oysa bu lacivert sert kapaklı, hafif sarımsı kağıtlı, kenarı lastikli defterler, önümüzdeki aylarda ve belki de yıllarda dünyamı oluşturacaklar; kafamdaki dünyayla dolacaklar.
Günümüzde yazarların her türlü notu, çizimi, Internet’ten indirdikleri adresleri ve görselleri tek bir yerde toplayabilecekleri ve bu malzemeleri yazım sayfasının kenarında ihtiyaç duydukları anda görüntüleyebilecekleri bilgisayar programları var. Çok şahaneler, çok kullanışlılar. Bu programları kullanan bir sürü yazar tanıyorum, aralarında programın rahatlığını bizzat bana açıklamış ve bu gibi programlar olmadan nasıl sıkıntı çektiklerini anlatmış olanlar da mevcut. Benim için ise, durum biraz farklı. Muhtemelen bu konuda genç bir bedende eski bir kafa taşıyorum ya da muhtemelen alışkanlıklarına fazla bağlı bir insanım ama not almanın, çiziktirmenin ve el altında bir defter bulundurmanın yerini benim için hiçbir program tutmuyor. Ayrıca işin kullanım kısmı bir yana, bir de defterin obje olarak bana yaşattığı ve çocukluğumdan beri burnumun ucunda hissettiğim duygular var: defterin sağ yanını solundan daha çok sevmem ve sağa geçince yaşadığım heyecanı, önümde daha yüzlerce boş sayfa olduğunu ve bunları yavaş yavaş doldururken farklı duyguları yaşayacağımı bilmemin umudunu, dünyanın neresinde olursam olayım elimi çantama attığım her an not alabileceğimden emin olmamın huzurunu ve tüm bu hislerin karışımından oluşan örgüyü, hiçbir programın bana yaşatabileceğini düşünmüyorum.
Eski kafalı olarak değerlendirilebilecek alışkanlıklar konusunda yalnız olmadığımı biliyorum. Hala daha – günümüzde ne kadar inanılmaz görünse de – kitaplarını kâğıt kalem kullanıp ekranın karşısına geçmeden yazanlar var ya da hala daktilonun tıkırtısında huzuru bulanlar. Ben bir karışımım; evlere bilgisayarların yeni girmeye başladığı bir Türkiye’de ilkokul yıllarını geçirmiş biriyim: gerektiğinde bilgisayarda ödev hazırlamış ama aynı zamanda derslerde anlatılanları kalem kağıtla not alıp, sınavlara elindeki notlarla hazırlanmış bir öğrenciyim. Dolayısıyla ne yazma hızımı katlayan bilgisayarın verdiği kolaylığı göz ardı edebilecek bir nesle aitim ne de defterin ve kitabın sayfalarını çevirmeyi bile bilmeyen tablet çocukları gibi dijital dünyanın bölünmez bir parçasıyım. Belki de bu yüzden, hala büyük çaplı hikâye ve romanları yazarken çizimler yapıyorum, her bir karakter için akan zamanı farklı renkler ve şemalarla kâğıt üstünde göstererek planlıyorum ve bazen bileğime ağrı gireceğini, ilkokul yıllarımdaki gibi orta parmağımın kenarında çukur oluşacağını ve hangi sayfaya neyi yazdığımla ilgili bir de fihrist tutmam gerektiğini bilsem de rengarenk defterlerimden vazgeçemiyorum.
Geçen gün de gelen defterler, tahmin edileceği gibi benim için ne ilkler ne de son. Daha okuma yazmaya başlamadan önce hediye edilen kapağı Snoopy’li ilk defterimden beri farklı kapaklarda farklı renklerde ve farklı desenlerde bir sürü defter eskittim. Şimdiye kadar bazen ilk satırlarını yazmaya başladığım bazen yarı yolda terk ettiğim bazense sonuna kadar götürüp noktayı koyduğum birçok hikayemin karman çorman notlarını ya da paramparça serpiştirilmiş fikirlerini bu siyahlı, morlu, pembeli defterlere not ettim; kafamı kurcalayan konuları sadece bir iki kelime kullanarak bir gün kullanırım düşüncesiyle beyaz sayfanın bir köşesine yazdım; çoğu zaman da sadece beynimin akışını hızla ve hiçbir zaman kullanılmayacak cümlelerle bu kağıtlara geçirdim. Muhtemelen biri bu defterlerden birini eline alsa – tıpkı Snoopy’li ilk defterime okuma yazma öğrenmemden önce kuzenime dikte ettirdiklerim gibi – dış dünyaya hiçbir anlam ifade etmeyen kelimelerle, atlayan kopuk düşüncelerle ve serpiştirilmiş cümlelerle karşılaşıp aklımdan şüphe eder. Oysa başkalarına gelecek her anlamsız cümlede ya da karalanmış her bir çizimde kafamda yaşattığım dünyalardan ve hikayelerden yalnız bana anlamlı gelen parçalar var. Defterlerim, başkaları için bir şey ifade etmeseler de farklı renklerle kaplı, anlamsızdan anlamlıları yarattığım dünyamı taşıyorlar – tıpkı başkalarına anlamsız gelen ve bizim sıkı sıkıya tutunduğumuz kendimize ait dünyalarımızın, diğer küçük parçaları gibi.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: DİLİN DÜĞÜMLERİ
Bu sefer buraya yorum bırakayım dedim. 🙂 harika olmuş her zamanki gibi canımcım! Defter kalem ve kitap üçlemesi benim de vazgeçilmezim… Sevgimle
Çiğdem Ablacığım,
Çok teşekkürler yorumun için; yazımı beğenmene çok sevindim. 🙂
Sevgiler…