Geçen gün kendimi, bir kontesle karşılıklı oturmuş kahve içerken buldum. 80’lerindeki Kontes Galapagos Adaları’ndaki anılarını anlatırken kardeşi kahveleri fincanlara koyuyordu; ben de içinde bulunduğum duruma şaşmış, gördüklerimi içime sindirmeye çalışıyordum.
Bir an, rüya ile gerçek arasında gidip geldim. Ne de olsa 1500’lerden kalma bir sarayda, sarayın sahibi Kontes’le karşılıklı oturmak, insana her gün nasip olmuyordu. Kontes’e çaktırmadan kafamı havaya kaldırınca, tepemizi süsleyen freskleri gördüm. Hayvan figürleri, dans eden insanlar ve çiçek desenleri üstümüzde uçuşuyordu. Bu sırada Kontes’in kayınbiraderi freskler hakkında bir şeyler sorunca, Kontes gayet doğal ve olağan bir tavırla, “Bunlar 1800’lerin başından kalmalar, fena değiller ama ben asıl yan salondakileri seviyorum, onlar 1700’den kalma…” dedi; ben de şaşkınlıktan yere yapışan çenemi, halıdan toplamaya çalıştım.
Benim o güne kadar karşılaştığım kontesler, genellikle Kontes adlı İran kedileri ya da yanakları sarkık Bulldog’lardı; insan olanıyla tanışma şerefine nail olamamıştım. Hayvan dostlarım konteslerle olan buluşmalarım gayri resmi, el temasına dayanan, mırıldamalar karşılık görülenlerdendi; insan Kontes ile olansa biraz daha mesafeli ve sözlü anlatıma dayalı. Bir süre sonra ister istemez, oturmak yerine koltuğun ucuna tünediğimi fark ettim. Açıkçası unvanlara karşı bir sempatim ya da unvanları önemseme gibi bir derdim yok; bu yüzden Kontes’in karşısında otururken de beni koltuğun ucuna getiren adının başındaki unvanı değil, kısacık karşılaşmamıza sığan hikayelerin ilginçliğiydi. İlk anlattığı kocasının gençliği oldu. Kocasının o günün soylu hayatından bıkıp nasıl gayrimenkullerini sattığını, o parayla ikinci el bir uçak alıp nasıl Afrika’ya uçtuğunu ve o zamanlar İtalya ile Afrika arasındaki bu uçuşun yakıt ikmaliyle beraber nasıl 20 gün sürdüğünü dinlemek, beni 1900’lerin başında geçen bir Agatha Christie romanına götürdü. Ya da o anda dinlediğim pekâlâ, İngiliz Hasta filminin senaryosundan bir kesit olabilirdi. Hikayenin adı ne olursa olsun kurguda bol bol egzotizm vardı, iyi yazılmış bir roman gibi daha ilk cümleden beni kavramıştı.
Kontes çok rahattı ama çok da kibardı, doğal ve samimi bir duruşu vardı. Tepemizde duran ve kendimi Vatikan’da hissettiren freskler olmasa etrafımızdaki eşyalar gayet sade hatta basitti. Bizim evdekilere benzeyen hasır bir koltuk takımı, 20 yıl önceden kalmış bir televizyon, sıradan bir yemek masasıyla üstünü kaplamış beyaz bir masa örtüsü, sağa sola serpiştirilmiş kitaplar… Bu sırada ben Kontes ile sohbet ederken eşim sarayın kulesine tırmanmaya gitmişti. Döndüğünde kullandığı “kule”, “anahtar”, “kapalı kapı” ve “merdiven” gibi sıradan kelime ve kelime dizilerinin form değiştirmesi ve masalsı tınılara bürünmesiyse, o anda yaşadığım başka bir gariplikti; bu değişimin verdiği hisler, etrafımdaki eşyaların sıradanlığıyla hırçın bir tezat oluşturuyordu. Kafamı çevirip açık pencereden dışarıya baktım. Önümüzde tepeler, tepelerdeki serviler, zeytinlikler ve tarlalar uzanıyordu, güneşli bir bahar akşamının kokuları içeri girerken yaşlı ve eski kokuları uçurup döndürüyordu, beni yüzyıllar arasında dolaştırıyordu.
Tüm bu yeni-eski karşıtlığı içinde, Kontes’in bir kısmını okula bağışladığı kocaman sarayındaki bir oda bir salonda geçen mütevazı yaşamı, içimde bir yerde yankılanmaya başladı. İster istemez, “Belki de hayatını istediği gibi yaşayıp tatmin olmuş insanlar, gösterişe ve maddiyata fazla da ihtiyaç duymuyorlardır. Böyle insanlara sanat ve kitaplarla dolu bir oda bir salonluk hayat, fazlasıyla yetiyordur.” diye düşündüm. Sonuçta maddiyat ne kadar insanın istediği gibi yaşayabilmesi için önemli bir etken olsa da, zenginliğine zenginlik katmış olmalarına rağmen bir türlü mutlu olup kendileriyle huzur bulamayan insanlara bolca rastlamıyor değiliz. Bu düşüncelerle gözümün önünden alışveriş merkezlerinin mağazalarını dolduran, sanki yarınları yokmuş gibi ellerine geçenleri sepetlerine tıkıştırmaya çalışan ve onca alışverişe rağmen hiçbir şeyleri olmadığını fark edip bir türlü tatmin olamayan insanlar geçti; bu görüntülerdeki ruhların bulanıklığıyla içim sıkıştı.
Kafamdaki yoğunluğun akışını aniden durdurup, ne tür yazılar yazdığımı soran Kontes’e baktım. O anda hissettiklerimi içimde bir köşeye kilitleyip ona yazılarımdan, hikayelerimden ve romanlarımdan bahsetmeye başladım; kahvemden bir yudum aldım.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: DERDİNİ ANLATAMAMAMAK