“Yaşamaz…” demişlerdi, “…bu, mevsimlik bir çiçek.” Ne satın aldığım yer ne konuştuklarım ihtimal vermişlerdi; ben de onları dinlemiştim. “Madem onlar çiçek yetiştiriciliğinde de bahçecilikte de benden daha tecrübeliler, öyleyse bir bildikleri vardır,” diye düşünmüştüm. Bu kabullenmeyle çiçeklerimi ekmiştim saksıya. Ömürlerinin en fazla 4-5 ay olacağını bilerek onları saksıdaki toprakla buluşturmuştum.
Mevsim boyunca onlara iyi bakmaya çalıştım, sularını verdim, ölen yapraklarını ve çiçeklerini temizledim, morlu morlu açışlarını severek onlara baktım. Sonra mevsimin sonunda ilk soğuklar yüzümüzü yalamaya başladığında, çiçekleri yavaş yavaş açmaz oldu. Yavaş yavaş öleceklerdi, biliyordum, yine de son anlarına kadar onlara olabildiğince iyi bakmaya çalışıyordum. Kasım ayına doğru çiçeklerimden geriye, kupkuru dallar kaldı; bana söylendiği gibi bu “kaderleri”ydi, kabullendim.
Kış boyunca önünden her geçişimde, saksıdaki kurumuş canı görmek içimi acıtıyordu. Onun ölü olduğunu biliyordum, bana öyle söylenmişti, yapmam gereken onu atıp baharda yerine yeni çiçekler ekmekti. Oysa bunu yapmadım. Neden bilemiyorum; belki tembellikten, belki bunun bir deney olduğunu düşündüğümden, belki de seyahatler ve bir dünya iş arasında koştururken bir türlü elimin onları çıkartıp atmaya gitmemesinden…
Bu sene Avrupa’nın diğer yerleri gibi bizim kasabamız da tarihin en soğuk kışlarından birini yaşadı. O kadar soğuk bir kış oldu ki bazı evlerdeki su boruları dondu, su saatleri patladı, bitkiler soğuktan kurudu. Ben bu dönemde iş için Avrupa’nın başka bir köşesindeydim, bahçemizden uzaktaydım. Soğuk ve don haberleri gazeteler ile sosyal medyada dönmeye başladığında ve “Doğudan Gelen Yaratık” adını verdikleri soğuk hava dalgası felaket haberlerine dönüştüğünde, aklıma bahçemizdeki zeytin ağaçları geldi, güller geldi, zambaklar geldi… Saksıdaki çiçeklerim gelmedi. O ölüydü, normal şartlarda bile soğuklarla yaşaması imkansızdı, bu soğuktaysa hayatta kalması ihtimal dahilinde bile değildi.
Geçen gün pazarda mevsimlik çiçekler satıldığını görünce, bir an içimden yeni çiçekler almak geçti; yine de elim gitmedi. Bu işi erteledim, bahaneler bulunup ertelenen her iş gibi, neden bilinmez… Sonra dün, tüm kuru dallarının altında, yaşamaz denen çiçeğimde bir kıpırtı gördüm. Bana, “Ben hala buradayım,” diyordu, “hem de tüm soğuklara, tüm yağmurlara, saksımdan kayıp giden tüm toprağa rağmen…”
Onun kıpırtısı benim de içimde bir şeyleri kıpırdattı. Demek ki tüm “olmaz” diyenlere inat, hala umut vardı; tüm olumsuz tavırlara karşın, hala başarılabilirdi. Bu sevinçle bu sene zeytin vermez denen zeytin ağacına gittim; üstünde çiçeklerini buldum. Kuruyup kaldığını sandığımız hanımeline baktım; yeni yapraklar çıkartmış, bir dalının ucunda da küçücük çiçeğini açmıştı. Umudu kestiklerim yeşermişlerdi, hem de herkese ve tüm şartlara kafa tutarak.
O zaman, “Eğer insanoğlu doğaya daha yakın yaşamaya devam edebilseydi…” diye düşündüm, “…belki mucizelere daha sık tanık olur, belki tüm zorluklara rağmen kolay kolay yılmamayı ilke edinir, belki tüm komplekslerinden ve şımarıklıklarından daha kolay kurtulup başkalarına saygı duymayı öğrenirdi.”
Kafamda bir dolu düşünceyle gözlerimi kapattım. Yaşanan hayal kırıklıklarına karşın, mucizeyi vazgeçmeyenler yaratıyorlardı. Öğrendiklerim içimde kasırga olup dönerken, doğanın gücü önünde bir kez daha şapka çıkardım.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: KONTES İLE KAHVE