Bana ciddi ciddi baktı. Elini, bir iş görüşmesindeymişçesine uzattı ve elimi sert bir kesinlikle kavrayıp sıktı: “Ben Bologna, tanıştığımıza memnun oldum!”
Bu resmiyeti beklemiyordum. Halbuki Bologna’nın etrafını sarmış yumuşak tepelerine yaklaşışımızla başlayan tecrübemiz, Floransa’dakine göre çok daha rahat ve sakin olmuştu. Ne Floransa gibi ortasından geçip şehir trafiğini kaosa dönüştüren nehri vardı ne de yol çalışmaları dolayısıyla delik deşik olmuş sokakları. Bu yüzden nedense, beni böyle resmi karşılamak yerine, “Buyurun, şurada soluklanın, bir yudumluk espresso’muzdan tadın.” sıcaklığını göstereceğini ummuştum. Onun bu mesafeli karşılamasına ilk anda anlam veremediysem de bir süre sonra bunun Bologna’nın düzgün ve ayakları yere basan bir karaktere sahip oluşundan doğduğu sonucuna varacaktım. Bana, “Ben düzenim…” diyordu. “Üniversitemdeki öğrencilerin, damarlarımda akıttıkları genç kahkahalarına rağmen, duruşumda profesörlerin oturaklı tavrı vardır.”
O zaman derin bir nefes alıp gözlerinin içine baktım ve bilmediğimi bildiğimi kabul ettim. “Bu cahili affet…” dedim, “…hadi bana kendinden bahset!”
Bana öyle isimleri zikretti ki, her seferinde yutkunup içime sindirme ihtiyacı hissettim. Üniversitesinden, sokaklarından ve düşünce hayatından geçmiş Petrarca’dan, Kopernik’ten, Dührer’den ve Eco’dan yaptığı alıntılarla konuşmasını süsleyişinde, ders verir gibi bir ifadeden çok, bilgiyi paylaşma gönüllüğü vardı. Bana bu kocaman isimlerin bile hayal kırıklıkları yaşadıklarını, kendilerini ifade etme çabalarında çaresiz kalışlarını nasıl derinden hissettiklerini ve hatta Eco’nun “Gülün Adı” kitabını yayımlattığında, üniversite çevresi dışındaki okuyucuların ilgisini çekebileceğine nasıl ihtimal bile vermediğini anlattı.
O anlatıp dururken, ben hem onun sokaklarında hem kendi hayal dünyamda gezindim; İkiz Kuleler’inin taşlarında yazılı öyküsünü soluksuz okudum; küçücük, daracık, beş masalık restoranında yakın tarihe göz attım; portico’larının* altında yürürken tüm şehir merkezini yağmurda ıslanmadan dolaşabileceğimi öğrendim. Bir an duraksayıp beni bu noktada uyardı, “Yalnız…” dedi, “… şu sokağın sol yanındaki portico’lardan biri, kilisenin girişindeki merdivenlerle kesilir. Sen en iyisi sokağın sağ yanındaki kesintisiz olanı takip et.” O zaman anladım ki, Bologna’nın ciddi kabuğunun altında kocaman bir kalp yatar ve o zaman anladım ki, o da biraz, ilk tanışmalarda benim gibi çekingendir.
Ertesi sabah, iş için bir sonraki şehre doğru yola çıktığımızda, arkama dönüp ona bir kez daha baktım. Beni karşıladığı gibi elimi sıkarak değil, el sallayarak ve utangaç bir tebessümle yolcu ediyordu; bana bir sonraki sefer, tıpkı o anda bıraktığım gibi onu bulacağıma dair, güven veriyordu.
* Portico: Revak
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (1) – Yıldızlı Gece