ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (3) – Sıcak Temaslar ve Soğuk Teğet Geçişler

“Hoş geldiniz! Buyurun buruyun geçin, yiyip gezip eğlenin! Size sunduğum imkanlardan yararlanmaktan, ne olur çekinmeyin. Bir de aman, beni fazla meşgul etmeyin!” diyerek yapmacık ve karakterini ilk anda tınlatan karşılamasını sergileyince, biraz içerlemedim değil. On küsur yıl olmuş tanışalı, hala bana yabancıymış gibi bakışı… İster istemez kekeledim, “Ben… Ben… O gelip geçici turistlerden değil, değişen mağazalarını, yeni yapılan metro hatlarını, sivrisinek popülasyonunun dönemsel yükselip alçalışını bilenlerdenim.”

Ben böyle söyleyince, biraz geriye çekildi. Beni şöyle bir süzdü. Sonra, “Haaa…” dedi, “Tabii ya! Hay aksi… Saçlarını kestirince… Neyse neyse, önemli değil. Tabii tanıdım seni.  Sokaklarımda dolaş dolaşabildiğine ama sakın ha mağazalarımda alışveriş yapmadan, restoranlarımda İtalya ortalamasının 5 katı para ödemeden çekip gitme. Hadi bakalım hop hop! Başla kalabalıklar içindeki seyrine!”

Son cümlesinden sonra beni şehir merkezine doğru itiştirince, bozuldum tabii ama Milano’nun tavırlarından bozulmamın anlamı olmadığını, bir kez daha kendime hatırlattım. “İşte, şehir denilen organizma sensin!” dedim ya, içimden dedim. Zira sesli de söylesem, yanımdan geçen tramvayın raylardaki dönüşü sırasında çıkarttığı gıcırtı yüzünden, Milano beni duyamazdı, çok işi vardı, Milano’lu bir yaşam tarzı sürdürüyordu, e-maillere cevap vermezdi, herkesten önemliydi ve meşgul olduğunu her fırsatta üstüne basa basa dile getirmeliydi.

O zaman moralimi düzeltmek için bir kafeye girdim. Yarım ağızlı merhabalar, soğuk bakışlarla buyur edişler… Ben kasaba insanıyım, öyle gülmez yüzlere artık alışık değilim. Milano’nun esnafında bulunan, o zoraki kibarlıkla örülü antipatiklik beni bir kere daha çarptı. Belki şehrin ruhu içindeki insana yansımıştır, belki insanın ruhu şehre… Belki de yılın büyük çoğunluğunda, şehrin üstünde kıpırtısız duran gri perdedendir bu tavır; belki de tasarımlarının, insanın kalbini ısıtmayan soğukluğunda.

“Beni bir kez daha şaşırtamadın Milano,” diye düşündüm tek yudumda kahvemi içerken. İstediğin kadar içindeki ulaşım ağı iyi olsun, istediğin sergileri tek bir parmak şıklatışıyla kucağına getir, istediğin kadar modanın, sanatın, kültürün önde gideni ol, insanın en insani duygularına dokunmayı, bir kez daha beceremedin.

Bu konuyu sosyolojik ve psikolojik açıdan irdelemek isterdim. Milano’yu daldığı iş yoğunluğundan çıkartıp karşıma oturtmak, birkaç kritik soruyla psikolojisini deşmek ve parçalara bölünen psikolojisinden çocukluk travmalarına yürüyerek, neden bu hale geldiğini ve içindekileri nasıl kendine benzettiğini bilmek isterdim. Oysa sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınan herkes gibi, o da tüm sorularımı reddedip cevapsız bırakacaktı, biliyordum, hatta birçoğunu üstüne bile alınmayacaktı.

Ertesi sabah, üstüme Milano’nun somurtkanlığı bulaşmış uyandım. Biraz silkindimse de, nafile. Onun hiç değişmeyeceğini belki ben de kanıksamıştım. Fakat her kanıksanan ve ümit kesilen vakada olduğu gibi, bir güler yüze tav oldum. Kahvaltı etmeye gittiğimiz kafedeki barista ve pastacı bizi gülümseyerek karşıladılar, bir de yetmedi, barista bizimle keyifli bir sohbete bile başladı ki Milano esnafının genel görüntüsü içinde bu, inanılması yeterince zor bir sahne.

O zaman, yakın zamanda umuda dair kafamda dönen düşünceler bir kez daha içimde devindi. Gülümsemeden edemedim. Anladım ki, gülümsemeyi somurtmaya ve sıcak temasları soğuk teğet geçişlere tercih eden son kişi de hayatta oldukça, hiçbir kuvvet yaşamanın ve insan olmanın keyfini, bizden çalamayacaktı.

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (2) – Tanıştığımıza Memnun Oldum

Yorumunuzu aşağıdaki boşluğa bırakabilirsiniz!