ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (4) – Kurguya Sığınmak

Yokuşlardan inip çıktık. Kalabalık bir mahalleye daldık. Arabalar yanımızdan vızır vızır geçer ve sıcak ayak bileklerimizden yakalayıp ilerlememizi yavaşlatırken, yayan yaptığımız 150 metrelik yolda bitap düşmüş otele vardık.

Çocukluğuma dair anılarım, izlediğim filmlerdeki büyülü görüntülerle birleşerek kafamda dolaşıyordu fakat etrafımda gördüğüm her şey fazla gerçek ve yaşadığımız dünyaya aitti. Turistler, taksiler, motosikletler, mağazaların dışarı taştı taşacak ürün sergisi, kaldırım kenarlarında oturup yemek yiyenler, camlardan sarkan insanlar ve çamaşırlar, kornaların çığlığı, tartışma sesleri, küfürler… Hepsi bir araya gelip, bizi yutacak bir okyanusa dönüşmüştü.

O zaman ona bakıp, “Senin 7 tepen de, geniş geniş yaşayan ve kuralları önemsemeyen halkın da, dar sokaklarında da, doğduğum şehir gibi karman çorman,” dedim. Sanki onu incitecekmişim gibi… Sanki hayallerimi yıkışının acısını, ondan çıkartabilirmişim gibi… Oysa Roma gayet sakin arkasına yaslandı, bir kolunu sandalyenin arkalığına koydu, bir eliyle dizinin üstündeki şehir tozunu sildi. “Tarihimiz ortak gülüm, nasıl olacağını beklemiştin ki?”

Bir kez daha, şehir haklı çıkıyordu. Bunu sonradan anladım: şehir gerçekliğini saklama çabasına girmezken, biz insanlar onu yapmacık süslerle olduğundan farklı göstermeye çalışıyorduk. Nostaljik anıları hala yaşanan gerçeklermiş gibi göstermeye uğraşıyor; beğendiğimiz şehirleri, geçmişte bir yerlerde kalmış gözlerimizle başkalarına gösterme telaşına düşüyorduk. Oysa İstanbul gibi Roma da çocukluğumdaki anılarda yaşattıklarıma hiç benzemiyordu. Önceki gelişimde 10 yaşında bir turistken gördüklerim, 32 yaşındaki gözlerimde belirenlerle tezat oluşturuyordu.

Sonra, ara sokaklardan birinden uzanan bir yolun sonuna gelip bir köşeyi döndük. Karşımızda tüm eşsizliği ve görkemiyle Castel Sant’Angelo belirdi, köprüler heykellerle bezendi, kiliselerin kubbeleri göğe doğru uzandı. Ardından, başka bir köşeyi dönmemizle tüm şehir yeniden değişti, kenar mahallelerin çarpık yapılarına büründü. Bu ikilem, tıpkı İstanbul’daki mükemmel tarihi yapıların ihtişamı ile hemen yanında ona karşıt gelen çirkinlikler gibi beni ikiye böldü. Bir an şehrin duvarlarına aşık olup bir an etrafındakileri dirsekleyen insanlara sövmek, bir an İspanyol Meydanı’ndaki merdivenlere hayranlıkla bakıp bir an çöpler ve pislikle donanmış mahallelerde acı çekmek…

Yüzümü yerlilere döndüm. “Bir çaresi olmalı…” dedim, “…mutlaka daha iyi bir yönetimle, daha iyi sistemle bu güzelim Roma’nın sokakları istiladan kendini kurtarmalı.” Onlarsa bana, kendi suratımda birkaç yıl önce sık sık gördüğüm bir bıkkınlıkla baktılar, “Roma’nın bu düzensizliğini, kimse ve hiçbir şey düzeltemez!”

Bu sözlerle bir kez daha, fotoğrafın ve sinemanın büyüsüne sığınma ihtiyacı hissettim. Tüm bu yapıları ve tarihi oldukları yerlerden çıkartmak, etraflarındaki çirkinliklerden sıyırmak ve sarı yeşil tarlaların arasına koyup şehri yeniden yaratmak istedim. Kafamdaki fotoğrafta yeni bir Roma kurguladım, sadece bana ait, olduğu yerden kurtarılmış ve huzura kavuşmuş…

Ertesi sabah arabayı bıraktığımız park yerine doğru giderken, gözlerimi yerden kaldırmadım: valizimin tekerleklerinden çıkan sesin, tarlalarda yarattığım Roma’nın sokaklarından yükseldiğini hayal ederek, arkama bakmadan uzaklaştım.

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (3) – Sıcak Temaslar ve Soğuk Teğet Geçişler

Leave a Reply