Şehrin kare düzende tasarlanmış blokları arasında ilerliyoruz. Büyük bir meydana, kocaman şemsiyeler altında masalar konulmuş, masaların sahibi restoran kendini akşama hazırlıyor. Beyaz peçeteler, düzgün yerleştirilmiş çatal bıçaklar, beyaz masa örtüleri… Biz masaların yanında geçerken karşıdan, sırtlarında enstrümanlarıyla dört müzisyen geliyor. Çok tanıdık bir görünüşleri var, geçmişte yaşadığım bir hayatı anlatıyorlar, nereye gidersem gideyim enstrümansız dolaşmadığım anları yeniden gözümde canlandırıyorlar.
Biraz daha ilerleyince yolumuz, yaşlı bir adamla ve yanındaki gençle kesişiyor. Onları tanımasam da görünüşlerinden kim olduklarına dair ipuçları yakalıyorum. Adam hafif kambur duruşu, göbeğinin yuvarlak çıkıklığı, omzundaki nota baskılı bez torbayı bir eliyle tutuşu ve diğer elindeki kemanı iki yana sallayarak yürüyüşüyle yanından geçtiğimiz konservatuvarda keman hocası olmalı; keman kutusunu sırtında taşıyan gençse, yaşlı adamla sohbet ederek ilerlerken konuşmayı takip edeceğim telaşıyla ayakları arada sırada birbirine dolanan öğrencisi.
Konservatuvarın karşısındaki kafelerden birine giriyoruz. Kafede çalışanlar kibarlar ama ne Milano’daki gibi yapaylar ne de Roma’daki gibi umursamaz… Her şey kararında, samimiyetleri gerçek, nezaketleri saygılı. Kafenin adı müzikle ilgili, yanındaki giyim mağazasının adı müzikle ilgili, sokağın adı müzikle ilgili…
Kalkıp kafeden çıkıyoruz, şehrin kare düzeni içinde köşeleri dönerek ilerliyoruz. Yürüdüğümüz sokaklarda nefesimizi boğan mazotlu trafik yok, daha çok “aman seyrek ve tek tük geçişimizde sizi rahatsız etmeyelim” tavrında arabalar var. Kocaman bir parka ve onun fıskiyeli kocaman çeşmesinin önüne varıyoruz. Herkes çimlerde, banklarda, sohbetinde, kitabında… Biraz daha ilerleyince kendimizi, fotoğrafa adanmış bir kültür merkezinde buluyoruz. Eski, yüksek tavanlı, uzun koridorlu binanın içinde kurslar düzenleniyor, konferanslar yapılıyor. O akşam da genişçe bir alanı onlarca dinleyici, bir fotoğrafçının tecrübelerini dinlemek için dolduruyor. Böylece son birkaç saattir gördüğüm, konservatuvarla başlayıp parkta kitap okuyanlarla edebiyata uzanan ve oradan fotoğrafa bağlanan kültür zinciri kafamda tamamlanıyor.
“Muhtemelen…” diye geçiyor içimden, “…Torino’nun merkezi böyle olabilir. Yalnız herhalde merkezden uzaklaştıkça, birçok şehirde oluğu gibi, kültürden de uzaklaşılacaktır, karmaşa ve düzensizlik sokaklara hâkim olacaktır, tüketim kültürünün yan sanayi ürünleri olan zevksiz eğlenceler ve çöpler etrafımızı saracaktır.”
Oysa otelimizin olduğu istasyona yakın mahallelere girince, kültür tüm renkleriyle etrafımızda parlıyor. Yunan lokantasının tabelasındaki mavi beyaz yazılar kadar Orta Doğu yemeklerinin baharatlı kokusunu duyuran restoranlar da aynı sokakta yer buluyor; bir barın önünde ayakta duran gençler hararetle sohbet ederlerken, klasik bir Osteria’dan* sarmısaklı tatlar uçuşup dile dokunuyor. İnsanlar gürültüsüz bir eğlenceyi yaşıyorlar, sohbet ediyorlar, paylaşıyorlar… Tıpkı çocukluğumdaki gibi gözlerimi kapatıp konuşma sesleri içinde kayboluyorum. Bir müzik, bir ahenk bu; beni başka dünyalarda dolaştıran, hayal kurmamı sağlayan, kendi iç sesimi duyuran.
Sonuçta şehir, her yerde şehir ve her şehrin mutlaka sorunları vardır. Fakat son 5 gündür yaptığım İtalya turunun son gününde, Torino’da insanların yakaladığı beraber varolma imkânı ve kültürün farklı tonlarının iç içe geçişi, biraz daha dik yürümemi sağlıyor; beni, bir şeylerin hala mümkün olabildiğine inandırıyor.
Torino’ya, turun kapanışını bu şekilde yaptığı için teşekkür ediyorum. Bir sonraki sefer gelişimde, Antik Mısır Müzesi’ni göreceğime dair söz veriyorum.
* Osteria: Bir çeşit geleneksel İtalyan restoranı.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: ÇEKİNGEN KARŞILAŞMALAR (4) – Kurguya sığınmak