Banliyöde bir Pazar sabahı. Burası, benim banliyöm değil; duruşu, renkleri, endamı alıştığımdan farklı. Yine de kokusunda güneşli bir Pazar gününe ait ve her yerde rastlanabilecek parçacıklar var; biraz tembel, biraz müşkülpesent.
Bilbao ve onun harika Guggenheim’i yalnızca 20 dakika ötede. Sokakların gözleri hala uykulu. Sörf mağazaları kapalı, restoranlar kapalı, marketler kapalı. Tek hareket, sokak arasındaki çamaşırhanede dönen tamburlarda ve fırının önünde uzamış kuyrukta. Fırından çıkanların ellerinde baget ekmekler var, Fransız bagetine taş çıkartan. Havada, fırından yeni çıkmış, çıtır, sıcak ekmek uçuşuyor. Bana çocukluğumun Beşiktaş fırınlarından yükselen kokuları hatırlatıyor, papatya ekmek gibi, Ramazan’daki pide benzeri. Fırının önünde kuyrukta bekleyenler, havanın soğuk rüzgarını ayırıp güneşe tutunmuşlar. Üstlerinde tişörtler ve şortlar var, ayaklarında parmak arası terlikler. Onlar Atlantik kıyısı insanlarının kolay kolay üşümez tenlerine sahipler, bense üç kat kıyafetin üstüne giydiğim hırkamın fermuarını çekiyorum.
Uzakta bir kafe görüyoruz. Kafenin dışındaki masalar boş, kafe yeni açılmışa benziyor. Muhtemelen bu kafe de gecenin sarhoşluğundan kurtulma çabasında. Bir masa seçip oturuyoruz. Bizim için neredeyse öğlen olmuş; kafede çalışan gençse ağzını kocaman açarak esniyor. Hala kafeyi açmaya uğraşıyor, hareketleri rahat, servis yapmaya niyetli değil. Yanımızdan bize bakmadan geçip gidince, mecburen ardından içeri giriyorum. Zemini aşınmış parkeler, kararmış parkelerin alkollü kokusu. 20 kelimelik İspanyolcamla sipariş veriyorum. Genç siparişi hazırlıyor, masaya kadar servis yapmayacağını her şeyi tezgâhın üstüne bırakıp kollarını kavuşturarak bildiriyor. Burnumda bu sefer kahve kokusuyla, başka bir zamanda ve yerde, tek fincan kahvede paylaşılmış nice sohbetlere uçuyorum… Sonra tezgâhtakileri alıp, dışarı çıkıyorum.
Cumartesi gecesinin izleri yavaş yavaş fluğlaşıyor. Bir gece önce çocukların, büyüklerin gözetimine ihtiyaç duymadan oyun oynadıkları meydan şimdi boş; sanki hiç dolmamış ya da çocuk sesi duymamış gibi. Uzaktan bir yerden soğan kokusu, bir sızıyı andırarak burnumuza yaklaşıyor. O anda evlerden birinde öğle yemeği için hazırlık yapılıyor, bu kokuysa beni İtalya’daki komşumuzun Pazar öğlen yemeği hazırlıklarına götürüyor.
O anda, kokuların bizi nasıl dünyada ve bazen de hayatımızın farklı dönemlerinde dolaştırdığı aklıma dadanıyor. İspanya’da duyduğum kokularla hem kendi hayatımda hem de bilmediğim insanların hayatlarında dolaşıyorum, evlere misafir oluyorum, yabancı bir dünyayla aramda benzerlikler buluyorum. O zaman, “Keşke…” diyorum, “…kendi hayatımızla tanımadıklarımızın hayatları arasında bu kadar sıkı bağlar bulunduğunu görecek kadar hareketsiz kalmaya ve etrafı sakince gözlemlemeye daha çok vaktimiz olsa. Belki böylece, politikacıların körüklediği çeşit çeşit nefretten ve ayrımcılıktan bir nebze olsun kurtulabiliriz.”
Kahvemiz bitince saate bakıyoruz. Çamaşırhanedeki tamburun dönüşü durmuş olmalı, gitme zamanımız geldi. Sokaklar ağır ağır kalabalıklaşmaya başlarken, içimde hem tanımadığım bu yerin hem de onun sayesinde hatırladığım tüm tanıdığım yerlerin kokularıyla, çamaşırhanenin yolunu tutuyoruz. Tamburun içinde birbirine karışmış farklı renklerdeki çamaşırların uyumuna uzanıyoruz.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: LAGÜN KENARINDAKİ ÇEMBER