Yarı uzanmış tavana bakıyorum. Tavanda şekiller var, çizgiler var, kafamda birkaçını birleştirip bir surata benzetiyorum. Başımı çevirince camda kesilmiş kafalar görüyorum, saçları tastamam, yapılı ve gösterişli. O sırada başım neredeyse uyuşmaya başlıyor. Derimde gezinen parmaklar bir ilerleyip bir geri çekiliyorlar; sistematik bir hareketle ve sabit bir hızda çitileniyorum.
Ne yalan söyleyeyim, kuaföre gitmek en sevdiğim uğraşlardan değil. Mesele sadece gidip saçımı kestirmekte değil, randevu almış olsam bile her seferinde istisnasız uzayan ve benim randevu saatime taşan bir önceki kişinin işinin bitmesini beklemekte ve zaten zaman harcamak istemediğim bir iş için daha da zaman kaybedip, iyice sinir küpüne dönmekte.
İşte geçen gün, kafam o rahatsız saç yıkama lavabosuna gerisin geri eğilmişken, boynum duruma isyan ederken ve arkamda duran kuaför çırağı kızcağız saçlarımı çitilerken, gözlerim tavandaki çizgiler ile pencere pervazında duran peruklu manken kafalar arasında gidip geliyordu. Bu çitilenme o kadar baş döndürücüydü ki bir süre sonra kendimi, çamaşırhanede dönen çamaşır makinesindeki çamaşırlar gibi hissetmeye başladım. İki kelam edip “Yani affedersin ama bu saçların neredeyse yaşadığım gün sayısı kadar yıkanmışlığı var, sen beni başkasıyla karıştırdın herhalde kardeş!” diyerek isyan etmek isterdim ama kızcağız o kadar kendini işine kaptırmıştı ki, hevesini kıramadım. Bu kafamın yoğurulması böylece, siz deyin 20 dakika ben diyeyim sonsuzluk kadar sürdü gitti.
Bir süre sonra ben tam kafamın yoğurulması bitti derken, arkamdaki kızcağız bana, “Saç dökülmelerine karşı tedavi uygulayalım mı?” sorusunu yöneltti. Gözüm saçımı kesecek kuaförüme kaydı. Biraz ileride bir beyefendinin saçlarını sağından solundan kırpıp düzeltmekle uğraşıyordu. İşi bitmiyor da bitmiyordu, kendini önündeki adamın saçlarını kesmeye en az kızcağızın saçımı yıkamaya adadığı kadar adamıştı, önümdeki seçenekler koltukta ıslak saçlarla oturmakla kendimi tedaviye atmak arasındaydı. Sonunda boş bulunup, “Tamam, yapalım.” dedim demesine ama başıma geleceklerden habersizdim.
Kızcağız beni kesim sandalyesine aldı. Önüme önlüğü taktı. Saçlarımı taradı ve kafama şeffaf bir sıvı sıktı. Sıvının en azından rengi ve kıvamı olsaydı belki bir şeye benzetebilecektim de bildiğiniz su gibi ya da efenime söyleyeyim yoğunluktan nasibini almamış bir jöle gibi saç diplerime doğru yol alıyordu. Ben tam, “Hah işte, oldu bitti bu bakım!” derken, erken konuştuğumu fark ettim. Kızcağız yeniden arkama geçip saçlarımı çitilemeye başladı. Bir heavy metal konserindeymişçesine kafam öne arkaya sağa sola çalkalana çalkalana ne kadar zaman daha geçti bilmem; zati artık zaman duygusu, uzay boşluğunda bir nedenle ivme kazanıp dönüşünü bir daha da durduramamış motoru bozuk uzay mekiği içindeymişim gibi, genişleyip uzamıştı.
Sonra bir mucize oldu, yoğurulma ve çitilenme aniden durdu. O zaman kafam kocaman kurutma makinelerinden birinin içine kondu ve böylece sersemlemiş bakışlarla etrafı izlemeye başladım. Yandaki adamın saçları kes kes bitmiyordu, öbür yandaki kadının saçlarının bir yanı paketlenmiş bir yanı şekilsizce omuzlarında duruyordu. Birden garip bir koku duydum. Gözlerimi aynadaki yansımama çevirdim… Kafamdan dumanlar yükseliyordu. Önce normaldir dedim, “Sakin ol, kimse elinde yangın söndürücüyle koşuşturmuyor!” diye kendimi telkin etmeye çalıştım… Yapamadım. Yutkunup, saçımı kesecek kuaföre seslendim. “Böyle derimin yanması ve kafamdan dumanlar çıkması normal mi?”
Kuaför gayet sakince yaklaşıp, “Kız makineyi biraz fazla aşağı indirmiş…” dedi ve kafamdaki kurutma makinesini yükseltti. Tabii yükseltti yükseltmesine de benim kafamdaki yanmada bir değişiklik olmadı. Yine de dişimi sıktım; hem de yaptıkları tedavinin bir işe yaramayacağını ve saçın doğası gereği ölü olup üstüne sürülenlerle dökülmesinin engellemeyeceğini bile bile; bir de yağmurdan kaçayım derken dolunun alasına yakalandığımı kendime itiraf etmek istemeye istemeye…
Karar verdim: dumanlı kafa, bana göre değil. Neyse ki, bir dahaki sefer için hazırlıklıyım. Kızcağızın saçımı çitileyerek yıkaması bittiğinde, Matrix misali kırmızı hap yerine bu sefer maviyi seçip, kitap okuyarak bekleme salonundaki koltuklarda sakin sakin kesim için sıramın gelmesini bekleyeceğim; çitilenmeyi minimuma indirip, yeniden dumana boğulup kalmamak için.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: BUZDAĞININ GÖRÜNMEYEN KISMI, MARILYN CANIM
🙂 Zeynepciğim! Güldürdün beni. Çok haklısın. Yine güzel bir paylaşım olmuş. Ellerine sağlık canım. Karl Ove Knausgaard ın yeni serisi de bu tarz günlük yaşananları , senin gibi, öyle güzel anlatıyor ki, biz okurlara günlük yaşanan sıradan olaylara farklı bir pencereden bakma fırsatı sunuyor. Senin bu tarz yazılarındaki şu ince mizaha bayılıyorum 🙂 sevgimle
Çiğdem Ablacığım,
Yorumun için çok teşekkürler, yazımı beğendiğine sevindim. Galiba hayat mizahla pas verince, yazarların gol atmaması ayıp olur; başımıza hep, içinde mizahı bulabileceğimiz olayların gelmesi dileğiyle diyelim. 😉
Sevgiler…