Bundan iki ay öncesindeyim, İskoçya’nın küçücük bir kasabasındayım. Çamaşırhanede çamaşır makinesine kıyafetleri koyup başlat düğmesine basıyorum. Çamaşır makinesinin üstündeki kısa ve öz açıklamayı görüyorum: 40 dakika. Telefonumu çıkartıp çalar saati kuruyorum, çıkıp yolun karşısındaki kafeye gidiyorum.
Elimde bitki çayı ve fincanla oturmak için cama yakın, ferah, aydınlık bir masa buluyorum. Ali Smith’in “Sonbahar” kitabını çıkartıp okumaya başlıyorum. Kitap harika. Beni alıp olduğum yerden başka bir diyara uçuruyor, kendimi kendimden uzaklaştırıyor… O anda saat çalıyor.
Çalan saat, benimki değil. Yanımdaki masada telaşlı bir adam oturuyor. Uzanıp saati susturuyor ve yeniden kuruyor. Telefonunun çalar saati eski mekanik saatleri taklit ederek, her bir saniyeyi duyuruyor; Dünya’ya zamanın ilerlediğini haykırıyor.
Adam nedense panik içinde. Önündeki defterdeki yazıların altını, farklı renklerde kalemlerle çizip duruyor. Önce sarılar, sonra pembeler, sonra maviler, telaşla, bacaklarını titreterek ve ikide bir saatine bakarak. Sonra telefon bir kez daha ötüyor, saat çalıyor. Adam susturuyor, alarmı yeniden kuruyor, çiziyor da çiziyor, panik ve stres içinde, titreye titreye.
Adam, telaşla zamanı kovalama ve içine bir şeyler sıkıştırma derdinde; ben, her sabah gün doğumundan önce kalkıp karda ve rüzgarda dışarı çıktığım, saatlerce ayakta ve soğukta kaldığım, akşam yemekten sonra yorgunluktan sızdığım bu haftada, bana ait olan bu ender zamanı en iyi şekilde, dolu dolu ve sakin kullanma isteğinde.
Sonra aniden, zamanı bölen saat çalıyor. Adam bu sesle yerinden zıplıyor; bu sefer çalanın benimki olduğunu anlayınca rahatlıyor. Toparlanıyorum, adamın stresli uğraşısının ve telefonunun alarmlı bağırışlarının nedenini öğrenemeden kafeden çıkıyorum. Çamaşırhaneye dönüp kurutma makinesine çamaşırları atıyorum. Alarmımı yeniden kuruyorum. Saat çalana kadar bir kez daha kitabıma dalıyorum. Hikayeyle süzülüyorum.
O gün çalar saatler benim için, kafedeki telaşlı adam için ve Dünya’da kim bilir daha kaç kişi için defalarca çalarlarken, belki bugün o çalar saatler, artık aynı telaşla çalmıyorlar. İster istemez, iki ay önceki durumumuzla bugünkü arasındaki farklılıklar kafamı kurcalıyor. Belki o telaşlı adam, şimdi Korona’nın eve hapsettiklerinden biri olarak, kelimelerin altını çizmeye dair telaşını biraz olsun yenmeyi başarmıştır. Belki çoğu kişi, gereksiz dertlere ve günlük hayata dair streslerini askıya almıştır. Belki bazısı haklı olarak, gelecek kaygısıyla yeni streslere bulanmıştır. Ya da belki de gerek olmamasına rağmen hayatta her konuda strese girenler, stressiz kaldıklarını anlayınca kendilerini Korona stresine atmışlardır; hep bir sonraki strese kapılma telaşıyla, stresi içlerindeki bir boşluğu doldurmak için kullanarak, saatlerini bu sefer Korona’ya kurarak.
Ben, bugünlerde çalar saatimi aynı tutuyorum. Her gün aynı saatte kalkıp, hayatı evin sınırları içinde bir şey değişmemiş gibi yaşamaya çalışıyorum; evde olabilmenin, çalışabilmenin ve sağlığın değerini her saniye hatırlayarak. Şükrederek. Derin nefes alarak.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: SOĞUKKANLI MEDENİYET
❤️❤️❤️
☺️
Çok hoş bir gözlem/öykü… Benim 13 saat romanının ilk bölümü de bir çamaşırhane rüyası ile başlıyor 😉
Hasan Bey, yorumunuz için teşekkürler, beğenmenize çok sevindim. Çamaşırhaneler ve orada geçen düşünmemize yardımcı olan zaman, sanırım insana ilham veriyor. Sevgiler 🙂