Normalde işim gereği yılın altı ayını seyahat ederek geçirdiğimden, yıllardır bu kadar uzun süre evde kalmamıştım. Ama insan zihni ve hayal gücü fiziken bir yere sabitlenmişken bile o kadar geniş ve derin ki, hiç beklemediğimiz anlarda bizi olduğumuz yerden alıp kilometrelerce öteye götürme kudretinde. Bunu, geçen gün bir kez daha anladım.

Okuduğum metinde buzullardan bahsedilen bölümde aniden burnuma, köşeyi dönerken tanıdık birine rastlamışım gibi, İzlanda’nın kokuları çarptı. O anda caz müzikle ısınmış salonda şalına sarınıp oturan ve ev kokusunun huzurunda kitabına dalan ben, benden çıkıp uçtu; önce Reykjavik’e iner inmez duyulan, havaalanının etrafındaki topraktan ve çatlaklardan yükselen sülfürün keskin kokusuna vardı; sonra birkaç saatlik bir araba yolculuğuyla varılan beyaz bozkırda, insana hayatta kalma güdülerinin varlığını hatırlatan, buzulların kuru kokusuna ulaştı.

İnsan yazarken kokuları çoğunlukla benzer kokularla tarif eder ya, ben öyle kafamın içinde İzlanda’da uçarken, gezilerim sırasında duyduğum kokuların ben de bıraktığı izlenimlere daldım. Ocak ayında Las Vegas’ın egzoz, fastfood, bolca zenginlik ve derin bir hüzün bulutu yaratan sahne dünyası kokusundan; bir sonraki gün şehirden çıkıp çöle ve oradan da Ölüm Vadisi’ne vardığımızda duyduğumuz kumlu, sarıya çalan, sessizliği ve yalnızlığı hissettiren, sıcak günlerdeki serin ve rüzgârlı kokuya…

Glasgow havaalanından çıkar çıkmaz hissedilen ıslak, kızartmanın ağırlığını taşıyan ve insanın üstüne yapışan kokudan; Arran Adası’na varışımızla yüzümüze çarpan, kasabanın damıtımevinden yükselen viski kokusuna dolanmış, nemi içine çekmiş ev duvarlarını insanın gözünde canlandıran, tuzlu, yosunlu, okyanuslu kokuya…

Bilbao’da şehre varır varmaz gittiğimiz süpermarkette insana sevimsiz bir keskinlikle gözlerini kapattıran, çokça balıklı, biraz tortilla’lı, Kuzey’in zenginliğiyle tezat oluşturan ve aynı zamanda da sörf tahtalarının suya sürtüşünü duyuran kokudan; 30-40 haneyi geçmez küçük Busto’da, arabadan iner inmez duyduğumuz ekşi, tezekli, peynirli, dönüp duran esintiyle seralardaki Kamelya’ları insanın eline getiren ve köyün etrafına serpiştirilmiş kırık kapılı ahırları hayal ettiren güçlü kokuya…
Ben öylece, bir kutunun kapağını açıp birkaç dakikalığına, her sene tekrar tekrar gittiğim Dünya’nın farklı köşelerine, hayal gücümün derinliklerine dalarak uçtum. Sonra döndüğüm yerde, kendimi evde buldum; tatilden dönüşte kapıdan ilk girişte duyulan, evin anılarına dolanmış, tüm kabuklardan sıyrılmış, samimi bir kokuda, hayallerde. Dünya’nın kokusunu içimde taşısam da her seferinde dönüp geldiğim yerde. Dünyamın kokusunda.
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: KULVARDAN ÇIKMAK