Bir otel restoranında, akşam yemeğindeyim. Masada benimle beraber eşim, İngiliz bir hukukçu, İsveçli bir CEO, İtalyan bir ithalatçı ve Yunan bir işkadını var. Son altı gündür bu grupla beraberiz; bizi buluşturan neden ise manzara fotoğrafçılığı. Her fotoğraf kursunda olduğu gibi bu grupla da sadece fotoğraftan ve fotoğrafçılıktan değil, siyasetten kültür-sanata, aile hayatından günlük yaşama birçok konuda sohbet ediyoruz. O akşam konu dönüp dolaşıyor, her kursta karşıma çıkan meseleye varılıyor, Türkiye’nin durumu masaya yatırılıyor. Bir iki kişi kısaca fikrini söylüyor, sonra gözler bana çevriliyor.
Genellikle içimi acıtan konuları, yeni tanıştığım insanlarla paylaşmayı sevmem; lafı profesyonellik çerçevesinde çevirmeyi uzun zaman önce öğrendim. Fakat bu sefer özellikle İsveç’te yaşayan Yunan asıllı kadınla sohbet git gide derinleşiyor. Benim kısa yorumumdan sonra sözü o alıyor, bana coğrafi açıdan ne kadar yakın olsalar da kültürel ve demokratik altyapı açısından Türkiye ile Yunanistan’ın birbirlerinden çok uzak olduğunu anlatıyor. Bana nasıl iki dönem İsveç hükümetinde çalıştığını söylüyor, siyasetin işleyişini bildiği imasını cümlelerinin arasına sıkıştırıyor. Ve sonunda bana “Sizin başınıza gelenler, Yunanistan’da hayatta yaşanmaz!” diyor.
Kadına bakakalıyorum. Bakışlarından, doğduğu ve yaşadığı ülkelerden güç alarak, kendini kuralları değişmez bir satranç tahtasındaymışçasına güvende hissettiğini anlıyorum. Masaya sessizlik çökmüşken ve normalde olsa tartışmayı daha fazla devam ettirmeyecekken beni bir şey dürtüyor; kinayeli bir “Really?”* diyorum.
Kendinden emin cevaplıyor, “Really!”**
Karşılık veriyorum, “Biz de kendi başımıza gelmeden önce aynısını söylüyorduk.”
Sonra kendimi tutamıyorum, devam ediyorum: Son yirmi yıldır yaşananların toplumsal psikolojimizi ne hale getirdiğini, nasıl Avrupa’nın kendi çıkarları doğrultusunda birçok şeyi görmemeyi seçtiğini, demokrasinin nasıl sadece Türkiye’de değil Avrupa ülkeleri dahil daha birçok yerde lastik misali uzatıla uzatıla tanınmaz hale geldiğini eşimden de gelen destekle anlatıyorum. Kararlı konuşuyorum, duramıyorum, zaman zaman belki de kelimelerimde uyarıya kaçıyorum…
Konuşmam bitince bana bakıyor. Hafif alaycı bir ton ve bakışla, “Bizim demokrasimiz, sizden daha eski,” diyor. Sanki çocukça bir ağız dalaşına girmişiz gibi. Sanki Dünya’nın birçok yerinde devam eden sağ görüşlü ya da popülist politikaların verdiği zarara, masadaki kimse şahit olmamış gibi. Sanki demokrasinin yaşı, demokrasiyi korumaya yetermiş gibi. Kadının cümlesi masaya sessizliği zerk etmişken hem fiziken hem de manen yorgun olduğumdan, konuyu daha fazla uzatmıyorum.
Ertesi sabah, kadının verdiği tepki öncesinde söylediklerim aklıma geliyor. Düşüncelerimde fazla kararlı ve ısrarcı olduğumdan, kadını böyle bir tepki vermeye zorladığım şüphesi içime düşüyor. “Belki de…” diyorum, “…biz kadınlar, tartışmalar sırasında kendimizden emin ve yerinden kıpırdamaz konuşmayınca ciddiye alınmadığımızdan, cümlelerimiz sertleşiyor. Çok daha politik ve karşımızdakini köşeye sıkıştırmadan meseleleri anlatabilecekken, düşüncelerimizi savunma derdiyle gereğinden daha sert konuşabiliyoruz.” Vardığım bu noktayla kadınların seslerini sertleştiren şartlardan, toplumsal baskılardan ve ayrımcılıktan bir kez daha nefret ediyorum.
O akşamın ardından, konu bir daha açılmıyor. Konuşmalarımız ve sohbetlerimiz hep başka konularda dolanıyor. Fotoğraf kursu çok iyi geçiyor; mutlu mesut son güne varıyoruz. Öğlen yemeğinde masada, aynı kadınla sohbet ediyorum. Yemekten kalkmadan önce bana email adresimi soruyor, veriyorum. Akşamüstü kursun son fotoğraf çekimini yapıp ayrılıyoruz, herkes kendi yoluna gidiyor.
Akşam otele vardığımızda, bilgisayarımda o kadından gelmiş bir email buluyorum. Bana ve eşime beraber geçirdiğimiz bir hafta için teşekkür etmesinin ardından, benim demokrasi üzerine görüşlerimden ve duruşumdan çok şey öğrendiğini ve sadece kendininkini değil, Avrupa’daki siyasilerin de bakış açılarını sorgulamaya başladığını söylüyor. Ve bundan sonra sahip olduğu demokratik hakları ya da demokratik gidişata karşı yaşanabilecek hak ihlallerini, hafife almayacağını yazıyor.
Bu email, bir kez daha düşünmeme neden oluyor. Bana aslında o kadının da benim gibi, kendinden ve tartışma şeklinden şüphe edip, konuştuklarımız üzerine kafa yorduğunu anlatıyor. Kadının emailine cevap yazıp masadaki tartışma konusunun benim için ne kadar hassas olduğunu söylüyorum ve farklı kültürlerin bakış açılarını anlamamda bana yeni bir pencere açtığı için teşekkür ediyorum. Aslında belki ona, daha fazlasını da yazmak istiyorum. “Eğer iki kadın olmasaydık, düşüncelerimizden böyle şüphe edip birbirimizi anlamak için gerektiğinde geri adım atar mıydık?”, “Eğer kadınlar düşüncelerini daha rahat paylaşabilselerdi ve sürekli birilerine kendilerini inandırmaya çalışmasalardı, hayatımız çok daha kolay olmaz mıydı?”, “Eğer siyasi tartışmalardan kibri çıkartıp çözüme odaklanabilseydik, hepimiz daha huzurlu yaşamaz mıydık?”
Bu son soruları sormuyorum. Sadece birbirini anlamış ve sohbet edip tartışırken yeni bir şeyler öğrenmiş iki kadın olmanın memnuniyetini yaşıyorum. Ve yeniden, bir yerlerde, bir masanın etrafında, bizi düşüncelere sürükleyecek konuşmalarda görüşebilmeyi umuyorum.
* Gerçekten mi?
** Gerçekten!
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: BUZDAKİ YAZI