Geçenlerde, kardeşimin hediye ettiği Albert Camus’nün “Yabancı” kitabını okudum. Neden bilmem, şimdiye kadar okumaya sıra gelmemiş.
Biz, meslekleri ve uğraşları ayrı kafalarıysa bir iki kardeş, kitap okumadan duramayanlardanız. Ortak ilgi alanımıza giren ya da bizi birleştiren daha birçok konu var tabii; yine de kitap tutkusu, listenin en başında. Muhtemelen bunda, yetişme çağında içinde bulunduğumuz ortamın etkisi büyük. Çocukken annemle babamın kütüphanesine bakıp, ileride okuyacağım kitapları hayal ettiğimi anımsıyorum. O zamanlar sadece o anda okuduğum kitap değildi ilgimi çeken, aynı zamanda da ileride okuyacaklarımdı. Kitabın gizemiydi. Vaat ettiği geçmişler ve yarınlardı.
Son zamanlarda kardeşimle sık yaptığımız şeylerden biri, aynı kitapları aynı zamanlarda okuyup tartışmak. Bu sefer de onun hediyesi vesilesiyle bir gün oturduk ve “Yabancı” üstüne konuştuk. Ve bir kez daha, aynı kitabı okuyan, aynı evde büyümüş, benzer kafalara sahip kişilerin nasıl olup da farklı detayları yakalayabildiklerine ve kendi süzgeçlerinden geçirip yorumlayabildiklerine tanık olduk.
“Yabancı”da Mersault’nun kendine ve dünyaya nasıl yabancılaştığını görüyoruz. Hayatında bir şeyler oluyor ama olanlar, okyanus dalgaları gibi üstünden geçip gidiyor ve geçtiği anda da onda herhangi bir etki yaratmıyor; ta ki hayatı geri döndürülemeyecek şekilde sekteye uğrayıp, özgürlüğü kısıtlanana kadar. Kitabın içinde çok katman var, karakterler birbirleriyle olan etkileşimlerinde neden-sonuç ilişkileriyle derinleşiyor. Kitabın farklı dillerde detaylı analizini yapan sayısız okur, yazar ve eleştirmen olduğundan böyle bir analize girmek niyetinde değilim. Benim kafamı kurcalayan kitabın anatomik incelemesinden çok, bana etrafımdakileri sorgulatışı. Kendine, sevdiklerine, hayata ve topluma yabancılaşanları düşündürmesi. Sokakta bize çarpıp özür dilemeden geçip giden, kafasında neler döndüğünü bilemediğimiz o yabancılar. Üstlerinde iz bırakamadıklarımız. Kayıtsızlar. Birilerinin hayatına etki ettiklerini bile kavrayamayanlar. Hayatları sekteye uğramadıkça kir tutmazlar.
Günlük yaşamda yoğun bir caddeden geçip gidenlerden, şık bir restoranda yemek yiyenlerden, veyahut uzun bir günün ardından bitkinlikle otobüsün gelmesini bekleyenlerden kaçı bu yabancılaşmışlar kategorisine dahildir? İşi yüzdeye vurup istatistiki rakamlarla ölçüp biçsek sayıları, dilimlere ayrılmış pastanın ne kadarına tekabül eder? Toplumda – ya da topluma – yabancılaşanların, kitap okuma oranı ne kadardır? Yabancılaşmak, bir kalkan mıdır? Travmalar sonucunda varılmış bir durak mıdır? Yoksa egoist veya narsist bir yaklaşım mıdır? Bizi, bize ve topluma ne yabancılaştırır?
Kardeşimle bunlar hakkında konuştuk da konuştuk. Ve dahasını konuştuk. O bana benim dikkatimi çekmeyenleri gösterdi, belki ben de ona. Tabii yukarıdaki soruların hiçbirine somut yanıtlar bulmadık; zaten amacımız, öyle hırslı bir çabaya girmek de değildi. Sanırım asıl ilgimizi çeken, birbirimizin ne düşündüğünü görmek ve farklı yorumların heyecanına kapılabilmekti.
Bir sonraki kitap, eşimin ikimize hediyesi, Dürrenmatt’ın “The Execution of Justice” kitabı. (Biz kitabı İngilizceden okuyoruz, yaptığım araştırmada Türkçe çevirisini bulamadım. Bilen varsa, paylaşırsa sevinirim.) Ben kitabı bitirdim, kardeşim bitirmeye yakın. Bu sırada yabancılaşma sorunsalı, gizemleriyle ve yanımızdan geçip giden sessiz bedenlerle, etrafımızda baki. Zaten kurgu edebiyatın asıl gücü de bize hayatı ve dünyayı sorgulatmasında değil mi?
HENÜZ OKUMADIYSANIZ: BOŞLUKTA TELAŞ
BU DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: EMEĞİN ÇUKUROVASI