ŞER SAATİ – KITALARI BİRLEŞTİREN MARQUEZ

G. G. Marquez’in Şer Saati’ni*, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya yaptığımız seyahat sırasında okudum. Yolculuk için neden bu kitabı seçtiğimi bilemiyorum. İşin içinde, biraz kader vardı belki ya da sadece Marquez’e olan hayranlığım. Belki bir tesadüf, bir yolların kesişimi ya da içimde kaynayan bir his, o anda beni bu kitabı okumaya yönlendirmişti. Ya da Marquez’in anlattığı hayatlarla Okyanusya’daki yaşayış arasında pek de bağlantı olmayacağını düşündüğümden, gördüklerimle kitap arasında oluşacak tezat ilgimi çekmişti. Eğer son neden beni iten güçse, bulduğum aradığımdan çok farklı çıktı.

Kurgunun gerçek hayattaki yansımalarını nerede bulacağımız hiç belli olmuyor; ya da gerçek hayatın, kurguda can bulmuş halini. Kurgu kitaplardaki konular ve sorunlar toplumsal boyutta halkları birbirlerine bağlayabildikleri gibi, okurun bireysel tecrübeleriyle okuduğu arasında çarpıcı kişiselsel bağlar bulmasını da sağlayabiliyorlar. O anlarda okur geçmişte yaşadıklarıyla, bugünüyle, anıyla ya da gelecekte varmak istediği yerle okumakta olduğu arasında örülmüş sıkı ağları keşfettiği hissine kapılıyor. Hatta kitabın, gözlerinin içine bakarak onunla konuştuğunu bile düşünüyor. Ve işte o zaman okur, kendi kendine soruyor: Arada gerçekten bir bağ var mı yoksa çağrışımlarla ben mi bir bağ kurmak istiyorum. Şer Saati’ni okurken bu ikileme, ben de bir kez daha düştüm.

Şer Saati; fakirlik ve zenginlik makasının açıldığı, devletin çürüdüğü, insani ve etik değerlerin silindiği, görmezden gelinenlerin insan hakları üzerinde ve sosyal yaşamda derin yaralar açtığı bir toplumu anlatıyor. Bu açıdan hikayedeki kasabayı, Akdeniz ülkelerindeki kasabalara benzetmek zor değil. Fakat benim için asıl çarpıcı olan Şer Saati’ni okurken Marquez’in tasvirlerini en beklemediğim yerlerde, Okyanus’daki farklı ülkelerde, birebir yaşamam oldu. 

Diğer birçok kitabında olduğu gibi Şer Saati’nde de Marquez, doğanın vahşiliğini ve insanı sürekli zorlu bir mücadele içinde bırakışını, okura tüm derinliğiyle hissettiriyor. Marquez’deki doğa, tekinsiz. Kasabalar, insanlar, medeniyetler ve hatta ruhlar Güney Amerika’nın yağmur ormanlarıyla kuşatıldığından, on yıllarca ve hatta yüzyıllarca çalışılıp emek harcansa bile, her an doğa tarafından bir göz kırpışı sürede yeniden yutulabilirler. Bunun gerçekliğini, Avustralya’daki bir yağmur ormanında, koalaları doğal habitatlarında görmek için çıktığımız yürüyüşte yaşayarak anladım. 

O gün ormandaki patikada eşimle yalnızdık. Etrafımızda ne bir yerleşim ne turistler ne yerliler… Yalnız ıssızlığın içinde papağanların, bataklık kuşlarının ve yanımızdan akan nehrin sesleri ve bizi bilmediğimiz bir yerde olduğumuza ikna eden karışımı vardı. Biz koalaları görme umuduyla ve onları rahatsız etmeme isteğiyle sessizce ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, patika git gide daralıyordu. Etrafımız, okaliptus ağaçları ile dallarından sarkan sarmaşıklar, gövdelerinden soyulup yere dökülmüş kahverengi-siyah kabuklar ve köklerine yakın büyümüş devasa eğrelti otlarıyla çevriliydi. Sonunda eğer Tarzanvari bir edayla önümüzü palayla açmazsak ilerleyemeyeceğimiz hissine kapılıp geri dönmeye karar verdik. Bir an durup başımı göğe kaldırdım. Üstümüzde şemsiye gibi açılmış tropik ağaçlara baktım ve etrafımdaki sesleri dinledim. O anda, Marquez’in dünyasında bir yerlerde olduğuma emindim.

Aynı gün otoyolun iki yanında duvar olmuş ormanlardan geçip, hayatın ritminin ağırlaştığı deniz kenarındaki küçük bir kasabaya ve o kasabadaki otelimize vardık. Odaya girdiğimizde etrafa bakınmaya başladım: gardıropta saç kurutma makinesi, masanın üstünde su ısıtıcısı, mini buzdolabında küçük kutularda sütler… Sonra çekmecelerden birinde, bir sprey buldum. Önce oda spreyi sandım ama elime alınca sivrisinek spreyi olduğunu anladım. Kapalı alanda böcek spreyi kullanmak, hayatta aklıma gelmez. Ama o anda gözümün önünden bir sahne geçti. Birkaç gün önce Şer Saati’nde okuduğum sayfalarda, pederin sivrisinekleri kovmak için sivrisinek spreyini odaya bulut bulut sıktığı anlatılıyordu. Şer Saati’nde sivrisinekler günlük yaşamın mücadele edilmesi gereken daimi bir parçasıydı; o kadar ki zaman zaman bu mücadele, insanların psikolojisini zorlar hale geliyordu. O hayatta yatakların etrafında cibinlikler bile uykuya alamet değildi. Uyumadan önce bir din adamı, katliam yaparcasına odanın içini spreylemeliydi. Ve gerçek hayatta bulduğum o sprey – o basit obje – bana, bambaşka bir kıtada olsam da, kışında olduğum Avustralya’nın kasabalarıyla, yazlarıyla, insanlarının yaşam tarzlarıyla ve doğasıyla ilgili bir ipucu veriyordu; tıpkı romandaki gibi.

Bir sonraki çağrışım, daha haşin ve çarpıcıydı. Yeni Zelanda’daydık, yalnız gelgitle denizin çekildiği zamanlarda ziyaret edilebilen bir kumsalda yürüyorduk. Kış olmasına rağmen hava güneşli ve ağırdı. Rüzgâr yoktu. Her koku ağırlaşıp, olduğu yere çöküyordu. Yeni Zelanda’nın kış havası bize, yazın nemli durağanlığını yaşatıyordu. Suların çekildiği dere yatağının balçığında kaymamak için gözlerimizi adımlarımızı attığımız yere dikmişken, burnuma keskin bir koku geldi. Tuzlu, asitli, genzi yakan, başka bir şeye benzemeyen, bir şekilde bildiğim ama nasıl bildiğimi bilemediğim… Eşime söyleyince, “Çürüyen bir şeylerin kokusu…” dedi. Muhtemelen beni fazla tiksindirmemek için detaya girmedi. Zaten girmesine de gerek yoktu. Birkaç metre daha ilerledikten sonra yanımızda yükselen yarın dibinde, çürümeye başlamış ilk koyun cesediyle karşılaştık. Ve biraz ilerde bir sonrakiyle. Ve biriyle daha… İçimde acımayla beraber bulantı dönmeye başladı. Garip bir şekilde o anı kokusuyla, hissiyle ve suratıma çarpma anıyla tanıyordum. O sahne Şer Saati’nde, daha birkaç gün önce okuduğum anlatımdı. Kasabaya yakın karaya vurmuş ölü bir inek, kokunun kasabaya yayılışı, bunun kasabalıların hayatındaki etkisi ve belediye başkanının sorunu/sorunları çözüm şekli… Marquez yazdığı topraklardan on binlerce kilometre ötede bana, romanında ustalıkla tasvir ettiği detayları, ben daha tecrübe etmeden yaşatmıştı. Ve ben o şifahen bildiğim hisle, gerçek hayatta tıpkı anlatıldığı gibi tanışmıştım.

Yürüyüşümüze devam edip kokunun olduğu yerden uzaklaşınca düşünmeden edemedim: Diğer birçok büyük yazar gibi Marquez’in de güçlü yanı buydu. Onun Şer Saati’nde yazdığı nice olay, çürüyen toplumlarda hayatta kalmaya çalışanlarla hırslarına hapsolmuşların kesişimini anlatıyordu. Biz Akdenizliler çoğu zaman o olaylara tanıdıktık; Dünya’nın başka yerlerinde yaşayıp bizim kadar tanıdık olmayanlarsa onu, Marquez sayesinde daha iyi tanıyorlardı. Doğa tasvirlerinin derinliğiyle yağmur ormanlarının gizemli büyüsünü ve insanı hiçe indiren gücünü, yağmur ormanlarını görememiş okurların gözünde bile canlandırabiliyordu. Kokular Marquez’in anlatımı ile sayfalarda siyah beyaz lekeler olarak kalmayıp burnumuzun ucundaki anılara dönüşüyorlardı. Ve işte bütün bunların sebebi, yazarın başarısıydı. Ben kitaptaki Güney Amerika ile Avustralya, Yeni Zelanda ve Akdeniz ülkeleri arasında bağ kurabiliyordum çünkü okuduğum yazar bana bu bağları kurmam için gerekli sicimi sunuyordu. Bu onun hüneriydi: Yerelle sınırlı kalmayıp okyanusları aşarak farklı kıtaları birleştiren, hayal gücünü çalıştırarak okurun yaşadıklarıyla kurgu arasında bağlantı kurmasını sağlayan ve bazen de onu bu okuma macerasından sonra çağrışımlar yardımıyla tanımadığı yerleri, zamanları ve olayları tanır hale getiren bir anlatı yaratmış olmak.

Şer Saati, tıpkı diğer Marquez kitapları gibi, Güney Amerika’yı solumak ve bulunduğu kıtaya bakmaksızın insanı sorgulamak isteyenler için harika bir pencere. Keyifli okumalar!

* Şer Saati, e-kitap. Yayınevi: Can Yayınları. Çeviren: Seçkin Selvi.

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: KELİMELER ANLAMLARINI YİTİRİYORLAR CANIM

BU DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR: ALBERT CAMUS – YABANCI

“ŞER SAATİ – KITALARI BİRLEŞTİREN MARQUEZ” üzerine 2 yorum

  1. Zeynebim harika bir yazı olmuş hem gezdiğiniz yerler hakkında bilgi verirken yaşadıklarınız ve kitapla bağlantılı benzerlikleri yorumlaman müthiş kitabı okumamıştım sayende benimde ilgimi çektin kısa zamanda okuyacağım

    Yanıtla

Yorumunuzu aşağıdaki boşluğa bırakabilirsiniz!