DÜNYA İÇİNDE DÜNYA

Çocukken, annemin hala çalıştığı ve okula henüz başlamadığım yıllarda, gündüzleri bana arka sokakta oturan ciciannem bakardı. Ne güzel, ahenkli adı vardı ciciannemin: Muhsine… Karakteri de adı gibi günümüzde bulunmayan inci tanelerindendi, gülüşü içten ve utangaçtı.

Çocukluğun o uzun günlerinde ciciannemin evinde zaman, benim hiç kaçırmadığım Susam Sokağı’yla ciciannemin hiç kaçırmadığı Yalan Rüzgârı arasında geçmek bilmezdi. O saatlerde herkes işteydi, ciciannemin çocukları okuldaydı, televizyon kapalıydı. Arada sırada dışarı çıkıp kuaföre, akrabalara ya da komşulara yaptığımız ziyaretler olmasa, günün ortası sakız gibi uzar da uzar, benim dört beş yıllık kısa ömrüme eklenen yeni bir ömre dönüşürdü. 

Mutfakta akşam için yemek hazırlamaya girdiği saatlerde ciciannem, beni öğle uykusuna yatırırdı. Tabii yatmasına yatardım da, o da bilirdi, uyumazdım. Yine de kalkmak için huysuzluk da etmezdim. Ben, dört beş yaşlarındaki o çocuk, öylece uzanır, etrafı izlerdim. Özellikle eğer mevsim kışsa, yattığım yerden tavana bakar ve orada baş aşağı yürüyerek oyun oynamanın ne kadar eğlenceli olacağını düşünürdüm; bir gün edineceğim arkadaşlarımla oynayacağım tüm oyunları, o esnada tavanda oynadığımı hayal ederdim. Bu düşünce bana çok eğlenceli gelirdi: baş aşağı çocuklar, evdeki tüm eşyalardan uzak, bomboş ve kendilerine ait bir tavanda, istedikleri gibi koşturarak oynuyorlar… O zaman hayali biraz daha ilerletip, eğer ben baş aşağıysam, avizenin halinin ne olacağını düşünürdüm: avize de baş aşağı mı olurdu, yoksa bu onun aslında düz duruşu muydu? 

Soğuk kışın erken kararan günleri geçip mevsim bahara dönmeye başladığında ve havalar biraz ısındığındaysa, ciciannemin salonun bir kenarında açık bıraktığı pencereyi ve ona asılı duran perdeyi izler; bir de dışarıdan gelen sesleri dinlerdim. İlk kez o yıllarda, bir perdenin rüzgârda dalgalanışını izlediğimi hatırlıyorum. Karşıdaki sıra sıra binaların üstünden öğlene doğru yüzünü göstermiş güneşin perdeye pencerenin büyüklüğünde vuruşu, pencerenin altındaki duvarla perdenin eteklerinin gölgelenişi, bu yarı gölgeli yarı güneşli perdenin rüzgarla salınışı…  Bir de dışarıdaki sesler… Trafiğe boğulmasına seneler ve 10 milyon insan gerekeceğini bilmeyen sokakta, yalnız bir simitçinin yankılanan nidaları; biraz ilerideki bir demirciden yükselen, metalin metale çarpma sesi ve bilenen bıçağın tiz çığlığı; koltuk döşemecisinde, ahşap koltukların çivilerine düşen, ritmik ve aksamayan çekiç darbeleri… O zamanlar hangi mesleğe ait olduğunu tam anlayamadığım bu sesler, kafamda çeşit çeşit hikayeler kurmama neden olurlardı; evdeki dünya içinde bana, yeni bir dünya yaratırlardı.

Geçen gün, karantina altındaki İtalya’da durup, çocukluğumdaki gibi sesleri dinledim. Olmayan trafikte yankılanan kuş sesleri, aşağıdaki fabrikadan gelen metalin metale çarpması, komşudan duyulan ritmik ve aksamadan inen çekiç darbeleri… Sonra düşündüm: belki bu karantina meselesi, tüm zorluğuna rağmen, durup daha çok düşünmemize imkân tanıyordur. Belki içimizin sızlayan yanlarına dokunup geçmişe gitmemize ve sevdiklerimizin sıcaklığını yeniden duymamıza vesile oluyordur. Ve belki de bizi daha çok dinlemeye itiyordur; tıpkı bir çocuk gibi, koşturmadan, uzayan zamanın içinde, Dünya’yı ilk kez duyuyormuşçasına.

HENÜZ OKUMADIYSANIZ: TELEFONUMU KIRDIM – HÜKÜMSÜZDÜR

2 thoughts on “DÜNYA İÇİNDE DÜNYA”

  1. Ah cok güzel! Muhsine yengenin evine gitmiş gibi oldum.Benim de oraya ait unutamadığım şey tereyağlı ballı ekmek

    Reply
    • Dilaracığım, bir de ciciannemin dillere destan börekleri vardı ki o küçük halimle kaç parça yediğimi hiç söylemeyeyim! Okuduğun için teşekkürler 🙂

      Reply

Leave a Reply